20 Aralık 2015 Pazar

Sakın Terk-i Edebden

Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ'dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ'dır bu.!..

Felekte mâh-ı nev Bâbu's-selâm'ın sîne-çâkidir;
Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu!

Habîb-i Kibriyâ'nın, hâbgâhıdır fazîlette;
Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu.

Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil;
Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu.

Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.!
Nâbî


Ümmetinden olduğu bizzat Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber tarafından beyan edilen Nâbî'nin, bu naatının günümüz Türkçesiyle açıklamasını ve naatın yazılış sebebini aşağıda okuyacaksınız. "İnanç ve kültürümüzde hac ve bayram"ı konu edindiğimiz elinizdeki sayımıza bu naatla başlamanın uygun olacağını düşündük:

*Burası; Allah Sevgilisi'nin beldesi, Hazret-i Peygamber'in Cenab-ı Hakk'ın nazar buyurduğu Temiz Bahçe'si (Ravza-i Nebî)dir; (öyleyse) edep hatası işlemekten (tir tir titreyerek) sakın!

*Bu gökteki yeni ay, Selâm Kapısı'nın (Bâbu's-selâm) yüreği yanık aşığıdır; (Öyle ki, göklerdeki) Cevza Yıldızı bile ışığını, onun kandilinin nurundan almaktadır.

*Bu Allah'ın yüce Sevgilisi'nin mübarek İstirahatgâhı (Türbesi)'nın fazileti öyle yüksektir ki, Cenab-ı Hakk'ın izni ve rızasıyla arşına çıkartılmıştır.

*İnsanlık karanlıktan, bu toprağın ışığı sayesinde kurtuldu. Çünkü o, mevcudatın gözlerine şifa veren bir sürmedir; o nur sayesinde görmeyen gözler bile açılır.

*Nabi, (kimin huzuruna çıktığını bir düşün ve) bu dergâha; edep şartlarına eksiksiz riayet ederek gir! (Zira) burası meleklerin bile (çok büyük bir edep ve saygıyla) tavaf ettikleri ve Peygamberler'in (öpercesine) tecelli ettikleri bir yerdir.

17. yüzyıl (IV. Mehmet dönemi) Osmanlı şairlerinden Urfalı Nâbi, bir grup devlet erkânıyla hacca gitmek üzere yola çıkar. Medine-i Münevvereye yaklaştıkları gece, Peygamber Efendimiz'in (sav) huzuruna varma aşkıyla uyku uyuyamayan Nâbi, bir devlet adamının, ayakları kıbleye karşı uyuma gafleti üzerine, o anın ilhamıyla bu kasideyi söyler ve yazıya geçirir. Medine-i Münevvere'ye girdiklerinde sabah ezanının okunma vaktidir ve minarelerden Türkçe bir kaside okunmaktadır. Nâbî, dehşetle, okunanın kendi şiiri olduğunu farkeder. Hemen müezzine koşar ve bu şiiri nereden öğrendiğini sorar. Müezzin şöyle cevap verir: Bu gece rüyamda Efendimiz (sav)'i gördüm, bana 'Ümmetimden Nâbî adında bir şairin, benim hakkımda yazdığı bu kasideyi oku!' dedi. Ben de aynen okudum. Nâbî sevincinden bayılıp, düşer...



http://www.kardelendergisi.com/yazi.php?yazi=87

8 Aralık 2015 Salı

BÜTÜN BUNLAR BAHANE ASIL MAKSAT OLAN O'DUR.

Başımı koyduğum her yerde secde edilen O'dur.
Dört köşe ve altı bucakta tapılan O'dur.
Bağ bahçe, gül bülbül, sema sevgili,
Bütün bunlar bahane asıl maksat olan O'dur.

Hz Mevlâna


6 Aralık 2015 Pazar

Yoruldum...

Ben de sitem dolu sözlerle başlayayım bu günkü yazıma. İnternette dolaşan şu can sıkıcı yazılardan o kadar usandım ki artık. Hem kimin yazısını okusak bir sitem, bir serzeniş, bir akıl verme. İnsanlar hiç kendilerine bakıyorlar mı acaba? Birde nerede bu sitem yapılan insanlar? Onların hiç sesi çıkmaz mı? Hep birileri ah ediyor, nerede bu ah edilenler?

Bende çok sızlanan biriyim ama bilgisayar başına geçtiğimde kendimden utanıyorum. 

Hep birilerinden şikayet ediyoruz ama dönüp ne zaman kendimize bakacağız? Kim olduğumuzu ne zaman öğreneceğiz? O kadar kusursuz birimiyiz biz? Ne zaman bende şu hatayı yaptım diyebileceğiz. 

Ne zaman şükretmeyi öğreneceğiz? Elimizdekinin kıymetini bilemeyecek miyiz hiç bir zaman? 

Üç günlük dünya değil miydi bu? Ne zaman son günde olduğumuza kanaat getireceğiz? Ne zaman hatalarımı söyleyen kişiye teşekkür edebileceğiz? 

Yoksa böylemi ölüp gideceğiz?

Bir aşk lazım, Rabbim aşkı öğretmeden canımızı almasın...

Bizi aşkla yarattın Ya Rabbi, bizi aşksız bırakma...




2 Aralık 2015 Çarşamba

Sübhanallah (AutoCAD)




Sübhanallah: Cenab-ı Hakkın zatında, sıfatında ve efalinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan uzak olduğunu ifade eder.


26 Kasım 2015 Perşembe

Debreli Hasan

Debreli Hasan, Drama'da yetişmiş. Debreli namıyla mübadele öncesi donemde Drama-Serez-Sarisaban bölgelerinde faaliyet göstermiş bir halk kahramanı eşkıyadır.

Drama köprüsünü,o devrin haksızlıkla para kazanan halkı ezen zenginlerinden aldığı haraçla yaptırmıştır. Debreli Hasan'ın yaşadığı,donem kesinlikle bilinmemekle beraber Cakircali Efe ile çağdaş olduğu görüşleri,hatta atıştıklarına dair hikayeler onun 1870-1920 yılları arasında Makedonya dağlarında egemen olduğunu göstermektedir. Bu konuda halk arasında söylenen menkıbeye göre;Selanikli Yahudi bir tüccar ticaret için İzmir'e gidecektir."Eğer bu civar dağlarda hükümran olan Debreli'den geçsen, Ege dağlarında Cakircali'dan geçemezsin. "denir, kendisine. Nitekim de öyle olur.

Debreli'nin çetesinde pek çok kişi yoktur. Bilinen Kara kedi namıyla bir tek kızanı olduğudur. Halka onu sevdiren eşkıya kişiliğinin en ustun tarafı ise fakirlere yardim etmesi,bilhassa birbirini seven yoksul gençleri evlendirmesidir. Bu konuda şöyle bir menkıbe de vardır. "Evlenmek niyetinde olan dağlı bir genç,tek danasını almış, İskece pazarına inmektedir. Yolu, Debreli Hasan tarafından kesilir. Delikanlının evlenmek için parası olmadığını anlayanca Debreli kendisine düğün için yetecek parayı verir ve ayrıca danasını satmamasını salık verip uğurlar."

Makedon dağlarının Debreli'si sonunda padişah affına uğrar veya söylentiye göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayı başarır ve Türkiye'ye göç eder.

Kısacası Rumeli Türklerinin gönlüne yerleşmiştir efsanesiyle Debreli Hasan'a.

Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez
Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın
Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

Drama köprüsü Hasan dardır daracık
Çok istemem Yanko Corbaci bin beş yüz liracık
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin
Ecel şerbetini Hasan ölmeden mi içtin
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin.

Kaynak: http://www.turkuler.com/hikayeler/debreli.asp



Atma Hamidiye Atma, Din Kardeşiyiz

Cumhuriyetin ilk yıllarında Rize halkının yıldızı bir türlü Ankara ile barışmaz. Öncesinde buğday ekilmesi için yapılan baskı ortamı yeterince germiş, teşvik vermeden direk emredilmesi mısır yetiştiren Rize halkının fitilini ateşlemiştir.

Atatürk, 23 – 31 Ağustos 1925 tarihleri arasında Kastamonu ziyareti yapar…Panama Şapkası’nı ilk kez bu ziyareti esnasında giyer…Ve “bu serpuşun adına şapka denir” sözü 27 Ağustos 1925 tarihinde İnebolu Türk Ocağı binasındaki hitabetinde söylenir.

Tarihler 23 Eylül 1925’ i gösterdiğinde, Açıksöz gazetesinin ilk sayfasının sol üst kısmında “Bilumum Meclis Azaları Şapka Giymek Mecburiyetindedirler” başlıklı bir haber yayınlanır.Bu haberden anlaşıldığına göre; TBMM üyeleri, meclis üyeleri ve devlet memuru olanların hepsi de Şapka giymek mecburiyetindedir. Ve iki ay kadar sonrasında 25.11.1925 tarihinde 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında kanun yürürlüğe girer.Bu kanuna göre; bütün TBMM üyeleri, meclis üyeleri ve memurlar Şapka giymek mecburiyetinde olduğu gibi, sivil vatandaşın da Şapka dışındaki bir kisveye yönelmesini hükümet men eder!

Bu kanuna muhalefet edenin suçu nedir: “Hükümetin tespit eylediği kıyafetin gayri kıyafet iksa edenler (giyenler) üç aydan bir yıla kadar hapis edilirler.” Şapka Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin ardından Devlet memurlarına şapka alabilmeleri için “Şapka Avansı” verildi!

80 lira Şapka Avansı verildiği günlerde bir ekmeğin fiyatı 5 kuruş idi! Yani 1600 ekmek parası ile bir şapka alınıyordu! Haliyle devlet memurlarının bir çırpıda şapka alabilmeleri mümkün değildi! Çünkü şapka bir aylık maaşlarını yutuyordu! Bu yüzden memurlara Şapka Avansı verilmesi uygun görülmüş ve taksitle bu avansları ödemesi kolaylığı getirilmişti!

Şapka Kanunu halk tarafından kolaylıkla kabullenilmedi. Ülkenin değişik yörelerinde “Şapka giymek istemiyoruz!” protestoları (isyan demiyorum, protesto diyorum!) baş gösterdi. Rize’de Hamidiye zırhlısı şehri topa tuttu. Erzurum’da erkeklerin giymek zorunda oldukları şapkaya muhalefetten bir kadın idam edildi. Şapka İktisası Hakkındaki Kanun’a muhalefetten binlerce vatandaş ağır hapse mahkum edilirken resmi tarihe göre 80’ e yakın, gayri resmi tarihe göre binlerce insan idam edildi. Kanunen Şapka İktisası Kanununa aykırı hareketin cezası üç ay ile bir yıl arası hapis cezasıydı! Ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun halen yürürlükte olan bir kanundur!

Rizeli, sekiz alim ve Müslüman şapka giymedikleri, dindarlara zulmü kınayıp, hükümete ”Sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın şapka giyenler giysin, ama giymeyenler hapse atılmasın” diyerek, jandarma karakoluna yürümüşler ve halk da onlara katılmıştır. , Hamidiye kruvazörü Rize açıklarına gelip dağları topa tutar. Bazı anlatımlara göre şehir de bombalanır ve ağır zayiat görür. Olayın ilginç yanı ise Hamidiye kruvazörü dağları topa tuttuğu zaman, Rize’de devam etmekte olan bir isyan yoktur. Güneysu’dan şehir merkezine yürüyen insanların da çoğu kendi teslim olur. Teslim olanlar hiç vakit kaybedilmeden İstiklal Mahkemeleri’ne çıkartılır ve Takrir-i Sükun Kanunu doğrultusunca yargılanır. Yargılama sonucunda sekiz idam kararı çıkar, suçsuz onlarca insan da Sinop ve Adana’daki cezaevlerine gönderilir. 

Hakimiyet-i Milliye gazetesinin yazdıklarına göre, isyancılar Hükümet Konağını ele geçiriyorlar. Ankara hükümeti Rize üzerine büyük bir askeri kuvvet gönderiyor. Rivayete göre üç gün süren halk ile asker arasındaki çatışmalarda yüzlerce köylü hayatını kaybediyor. Bölgenin imdadına hemen gezici-seyyar istiklal mahkemesi yetişiyor.

Yargılama göstermeliktir ve son tiyatro sahnesidir. Bir gün süren tek celsede, hakim koltuğunda oturan ve hiçbiri hukuk adamı olmayan milletvekilleri tarafından temyizi, itirazı ve avukatı olmayan mahkeme değiştirilemez kararını veriyor. Karara göre ”Bu isyancılar İslam Devleti istiyorlar. Hilafet istiyorlar ve kendi şer düşüncelerine halkı da alet ediyorlar.

Sadece bir gün içinde bu 143 kişinin yargılama işlemi bitirildi. On dört kişi 15’er yıla, yirmi iki kişi onar yıla, on dokuz kişi de beşer yıl kalebend denilen ağır hapis cezasına çarptırıldı. Geriye kalanlar ise dayak ve para ödeme gibi hafif ceza alıyorlar.

Haklarında idam kararı verilen sekiz müstakbel şehit karanlık bir hapishane odasına tıkılır. Sabit Hoca gece yarısı-Nısfılleyl bütün arkadaşlarını uyandırır. “Kalkın arkadaşlar, abdest alın namaza duralım. Bir-kaç saat sonra Rabbimize kavuşacağız!”
Az sonra Allaha kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde namazlarını kılıyorlar. Saatler sonra sehpadan indirilen şehitlerin cenazeleri ailelerine verilmiyor. Rastgele açılan çukurlar içinde kumluğa gömüyorlar. Yakınları tarafından cesetler çalınmasın diye de başlarına süngülü nöbetçiler dikiliyor.Rica-minnet aylarca sürüyor. Ancak üç ay sonra ve fakat gece çıkartılıp köylerine götürülmek şartıyla cesetleri ailelerine teslim etmeye izin veriyorlar.
Çürümeyen cesetler evlatları tarafından gömülü oldukları kumluktan çıkarılıyor. Kilimler sarıyor ve sırıklara takıp omuzlarına alıyorlar ve köylerine çıkarıyorlar. Üç ay geciken cenaze namazlarını kılıp hüzünle köy mezarlığına defnediyorlar.
Hakimiyet-i Milliye gazetesi Rize olaylarıyla ilgili son haberlerinde de asılan şehitler için kin ve nefretini aşığa vuruyordu; “Rize’deki mürteciler de ceza-yı Sezalarını buldular.” diyordu.



ATMA HAMİDİYE ATMA DİN KARDEŞİYİZ

“Atma Hamidiye atma atma
Din kardeşiyiz bizi yakma
Atma hamidiye atma atma
Taktılar serpuşi kafamıza

Atma Hamidiye atma atma
VERGİMİ VERECEĞUM BİZİ YAKMA
Atma Hamidiye atma atma
SÜRGÜN ETMA bizi yakma “


Kaynak: http://talhaemir.blogcu.com/atma-hamidiye-atma-din-kardesiyiz/15743690

10 Kasım 2015 Salı

ZEYTİNYAĞLI YİYEMEM AMAN

Bursa yöresine ait bu türkü 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan’ dan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir.

Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir. ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshal yardımının koşullarından biri Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı almasıdır.

(Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966).

Buna koşut olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından Dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır.

Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısır özü yağına ve margarine alıştırılır. Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmaz. Hâlbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir.

Bununla da kalınmaz, kötülemek için tıpkı bugün yapılan halkla ilişkiler endüstrisi çalışmaları gibi “Zeytinyağlı yiyemem aman, basmadan fistan giyemem aman…” diye türkü sipariş edilir ve ülkenin en popüler türküsü yapılır.

Katı yağ/margarine mahkûm edilen halk, 20-30 yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hâle getirilir. Ve basma giyen kadınlar, plastik giysilerle tanıştırılır…

Zeytin yağlı yiyin, basma, fistan giyin...

Prof. Dr. Kenan Demirkol

Via / Düşünbil Dergisi



18 Eylül 2015 Cuma

Kitap Tavsiyesi 18.09.2015-25.09.2015



Türkçe (Orijinal Dili:Türkçe)
421 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 15 x 22 cm
İstanbul, 2012
ISBN : 9786055309084

10 Eylül 2015 Perşembe

Kitap Tavsiyesi 11.09.2015-17.09.2015



Özlediğimiz şafağın gelmesi temennisi ile...


Saadet yolunun en büyük ve en son rehberi, Allah Teâlâ'nın en sevgili kulu ve Resulü Hz. Muhammed Mustafa ( s.a.v.) Efendimizin, her haliyle güzel, dürüst ve örnek olan hayatını olduğu gibi verebilmek, ashabının ona olan sevgilerini, vefa duygularını tam olarak anlatabilmek, düşmanlarının kin ve haset dolu davranışlarını aksettirebilmek, kanaatimizce hiçbir insan için mümkün değildir. Mesela Hz. Ebu Bekir'in Resulullah (s.a.v.) Efendimize karşı duyduğu hürmet ve sevgi, Ebu Cehil 'in beslediği kin ve haset, ucu bucağı olmayan birer umman, birer okyanus... Bugüne kadar anlatılanlar da, anlatılacak olanlar da, bu okyanuslardan alınan birkaç damladan ibaret...

Elinizde ki kitap, Server-i Enbiya (s.a.v.) Efendimizin doğumundan nübüvvet vazifesini alıncaya kadar geçen hayatını ve içinde yaşadığı cahiliye çağını anlatmayı hedeflemiştir. Daha sonra, nübüvvet ve risalet vazifesini almasından, kendini âlemlere rahmet yapan Rabbine kavuşmasına kadar geçen zamana "Saadet Devri" denilecektir.

(Tanıtım Bülteni)


Türkçe (Orijinal Dili:Türkçe)
264 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 15 x 22 cm
İstanbul, 2000
ISBN : 9786055309077

10 Temmuz 2015 Cuma

Tembellikten...


Âişe radiyallahu anhâ'dan rivayete göre, Nebî SallAllahu aleyhi ve sellem şöyle duâ ederdi: 

Allah'ım! Tembellikten, bunaklık derecesinde ihtiyarlıktan, günâhtan, ödeklikten, kabir suâlinden ve kabir azabından, Cehennem ateşinden ve Cehennem azabından, zenginlik gururunun şerrinden, yoksulluk sefaletinden Sana sığınırım!. 

Allah'ım! Bir gözü silik Deccâl'in şerrinden de Sana sığınırım. Allah'ım! Günâhlarımın kirini (el deymedik) kar, buz suyu ile yıka, kalbimi de günâhlardan —beyaz elbîseyi kirden temizler gibi— pakla; benimle günâhlarımın arasım da doğu ile batı arası uzaklığı kadar uzak kıl!.   

Amin.   

7 Temmuz 2015 Salı

SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin 
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği 
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin dışında 
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim 
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da 
Uzatma dünya sürgünümü benim 
Güneşi bahardan koparıp 
Aşkın bu en onulmazından koparıp 
Bir tuz bulutu gibi 
Savuran yüreğime 
Ah uzatma dünya sürgünümü benim 
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil 
Ayaklarımdan belli 
Lambalar eğri 
Aynalar akrep meleği 
Zaman çarpılmış atın son hayali 
Ev miras değil mirasın hayaleti 
Ey gönlümün doğurduğu 
Büyüttüğü emzirdiği 
Kuş tüyünden 
Ve kuş sütünden 
Geceler ve gündüzlerde 
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili 
Uzatma dünya sürgünümü benim 

Bütün şiirlerde söylediğim sensin 
Suna dedimse sen 
Leyla dedimse sensin 
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım 
Salome'nin 
Belkis'in 
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın sen bellisin. 
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için 
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini 
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini 
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili 
Uzatma dünya sürgünümü benim 

Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta 
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında 
Çatı katlarında bodrum katlarında 
Gölgelendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba 
Hep Kanlıca'da Emirgân'da 
Kandilli'nin kurşunî şafaklarında 
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında 
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında 
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim 
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da 
Ey çağdaş Kudüs (Meryem) 
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili 
Uzatma dünya sürgünümü benim 

Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında 
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında 
Güneşin sarardığını gördüm 
Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında 
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında 
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda 
Verilmemiş hesapların korkusuyla 
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim 
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili 
Uzatma dünya sürgünümü benim 
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır 
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır 
Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır 
Yoktan da vardan da öte bir 
Var vardır 
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır 
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır 
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır 
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır 
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır 
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır 
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır 
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır 
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır 
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili 

5 Temmuz 2015 Pazar

İLİM KENDİN BİLMEKTİR

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir 
Sen kendini bilmezsin 
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne 
Kişi Hak'kı bilmektir 
Çün okudun bilmezsin 
Ha bir kuru ekmektir 

Okudum bildim deme 
Çok taat kıldım deme 
Eğer Hak bilmez isen 
Abes yere gelmektir 

Dört kitabın mânâsı 
Bellidir bir elifte 
Sen elifi bilmezsin 
Bu nice okumaktır 

Yiğirmi dokuz hece 
Okursun uçtan uca 
Sen elif dersin hoca 
Mânâsı ne demektir 

Yunus Emre der hoca 
Gerekse bin var hacca 
Hepisinden iyice 
Bir gönüle girmektir

                              YUNUS EMRE


4 Haziran 2015 Perşembe

SUS

Ne güzel demiş, "Sussam gönlüm razı değil, konuşsam tesiri yok".

4 Nisan 2015 Cumartesi

Elhamdülillah

İnternete baktıkça içim daha çok kararıyor maalesef. Herkes şikayetçi. Normalde ben de çok şikayet ederim ama internetteki sosyal dünyanın şikayetsiz olan bir kısmı kalmamış. Elhamdülillah dedik ama Rabbimize sonsuz şükürler olsun. 










22 Mart 2015 Pazar

Kalemim de Ölmeli



2010

Kalemime artık sükut et dedim,
Bütün ömrümü sevda yoluna serdim…

Uzunca yıllar durmadan söz söyledim,
Her olayın sonuna birkaç satır ekledim…

Başlangıcı olanın elbet bir sonu vardı,
En acıklı olanı ölüme giden candı…

Satırların da artık bence sonu gelmeli,
Mürekkebi kurudu kalemim de ölmeli…

Bunca mukaddes sözün tılsımına kapılıp,
İçimdeki dertlerde dışa çıktı yazılıp…

Dilimde kalmış olan son üç beş satırımı,
Söylemek istiyorum bitirip hatırımı…

Her ateş böceğini güneş bildim evvela,
Sonra farkına vardım şafağa bir an kala…

Geceleri hilalin ışığıyla mest oldum,
Sonra dönüp dururken bir yıldıza tutuldum…

Bazen kafam dumanlı bazen bulutlu bir gün,
Güneş benim ülkemde bir yolcu ki hep sürgün…

Ben ki çaresizliğe tutulup kaldım her an,
İçimdeki yarardır, durmadan hep kanayan…

Yanlış anlaşılmaya kurban olmuş bir ben var,
Umutlarım yıkıldı, görmedim başka zarar…

Ne zaman bir beşere gönlüm sevgiyle baksa,
Gözümden yaş dökülür, küheylan şaha kalksa…

Bazen ben bu muyum söylüyorum aynaya,
Gözüm buluta döndü tuz basınca yaraya…

Bir dünya diliyorum merhamet kucağında,
Dönüp bakıverince ekmek aslanağzında…

Gönlümdeki sırlara sırdaş olanı buldum,
Vefasız insanlara ab-ı hayatı sundum…

12 Mart 2015 Perşembe

Yeni Aşk


2004
Aşkım girdap olup boğuyor beni,
Boğuldukça, aşkım başlıyor yeni…

Resul Ekrem GÜNBEY 

27 Şubat 2015 Cuma

Tembele iş buyurmuşlar...


"Her zaman en tembel insanları işe alırım çünkü tembeller çok karışık işleri bile en kısa yoldan yaparlar."

Bill Gates

24 Şubat 2015 Salı

Mihriban (Yeni)



Sarı saçlarını deli gönlüme
Bağlamışlar çözülmüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban

Yar deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban

Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban

Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk deyince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban

Boşa bağlanmamış bülbül gülüne
Kar koysam köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtın tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban

Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban

Abdurrahim Karakoç

21 Şubat 2015 Cumartesi

Gönül Yıldızı...

Kalbimde sana ait bir sızı,
Aşk bu Gönül Yıldızı...
Bensiz sevdaları kalbinden kazı,
Aşk bu Gönül Yıldızı...

Bir çokları vardır geceleyin semada,
Bazen kayıp düşerler yada,
Sonsuz bir kuvvetle duruyor orda,
Aşk bu Gönül Yıldızı...

Resul Ekrem Günbey




14 Şubat 2015 Cumartesi

SEVDİCEĞİM

2009

Ne kadar gafil oldum sevdiceğim,
Bir günün şafağında yalnızlıklar içinde öleceğim.
Ölürken artık ağlama diyeceğim.

Sevdiceğim,
Ölümü bir ömür böylece seveceğim...

Ne var ki bana ait bu dünyada,
Güneş doğmuyor yaşadığım hülyada,
Gözlerim kör görmüyorum yada,

Sevdiceğim,
Ölümü bir ömür böylece seveceğim...

Bir musiki kulağımda,
Bir misk tüter burnumda,
Hepsi sana ait ruhumda,
Dinsin artık efkarım kavuşsam sana,

Sevdiceğim,
Sana kavuşmayı bir ömür böylece seveceğim...

Resul Ekrem GÜNBEY


7 Şubat 2015 Cumartesi

İlk Yerli Türk uçağı Nu.D-36

Türk tipi uçak hayali

Nuri Demirağ Türkiye’nin kendi uçağını kendi plan ve projeleri ile üretmekten yanaydı. Yüzde yüz Türk malı bir uçak yapılması gerektiğini düşünmekteydi.Bu konuda şöyle diyordu: “Avrupa’dan, Amerika’dan lisanslar alıp tayyare yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük bir kıskançlıkla saklanmaktadır. Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse, demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa ve Amerika’nın son sistem teyyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda getirilmelidir”

Bu amaçla İstanbul Beşiktaş’ta atölye olarak kullanılacak bir bina yaptırdı.Asıl fabrika ise Sivas Divriği’de kurulacaktı. Demirağ ayrıca şu anki Atatürk Havaalanının bulunduğu Yeşilköy’de Elmas Paşa Çiftliğini satın aldı. Burada uçuş sahası, uçak tamir atölyesi ve hangarlar yaptırdı.



İlk Türk uçağı: ND-36

Nuri Demirağ Türkiye’nin ilk uçak mühendislerinden olan Selahattin Alan ile beraber hareket ediyordu. Çalışmalar kısa sürede netice vermeye başladı. Beşiktaş’taki fabrikada Selahattin Alan’ın projesini çizdiği ND-36 adı verilen tek motorlu Türkiye’nin ilk uçağı üretildi. Aynı günlerde Türk Hava Kurumu da 10 tane eğitim uçağı siparişi vermişti. Bu siparişler yapılırken aynı zamanda bir de yolcu uçağı yapım çalışması sürmekteydi. 1938 yılına gelindiğinde NuD38 adında çift motorlu altı kişilik bir yolcu uçağı yapımı başarıyla tamamlandı. Bu Türkiye’nin kendi uçağını artık yapabildiği anlamına gelmekteydi.

Üretilen uçaklar İstanbul’daki test uçuşlarından başarı ile geçti. Bu uçaklarla binlerce saat uçuş gerçekleştirildi ve herhangi bir aksaklık yaşanmadı. Uluslararası havacılık kuruluşlarından A sınıfı yolcu uçağı belgesi alınmıştı.Yani her şey yolunda gidiyordu.

Fakat Türk Hava Kurumu İstanbul’daki uçuşları yeterli görmedi, test uçuşlarının Eskişehir’de tekrar gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtti. Tekrar yapılacak test uçuşunu uçağın planını projesini hazırlayan Mühendis Selahattin Alan kendisi yapmak istemişti. Ancak bu isteği hem kendisinin hem de Türk uçağının sonunu getirdi. Test uçuşu başarılı bir şekilde sona eriyordu ki iniş sırasında bir kaza gerçekleşti. Selahattin Alan piste inerken geride açılmış olan hendekleri göremeyince hendeğe çarpmış böylece hem uçak düşmüş hem de kendisi hayatını kaybetmişti. Uçak pilot hatasından kaynaklanan bir sebeple düşmesine karşın Türk Hava Kurumu daha önceden verdiği siparişleri iptal etti. Nuri Demirağ Türk Hava Kurumunu mahkemeye verdi. Ancak oradan çıkan karar da Demirağ’ın aleyhine oldu.

Nuri Demirağ test uçuşlarının yeniden yapılmasını talep etmesine birkaç kez Cumhurbaşkanı İnönü’ye mektup yazmasına karşın herhangi olumlu bir karşılık alamadı. Uluslararası test sonuçları Türk Hava Kurumunu yeni bir test uçuşu gerçekleştirmek için bile ikna edemedi. İsmet İnönü ise Nuri Demirağ’ı zenginlikten başı dönmekle itham etmeye başlamıştı.İşte tüm bu yaşananların ardından Türkiye’nin ilk uçak üretim serüveni sona erdi.Nuri Demirağ’ın ürettiği uçaklar sattırılmadı bu durum fabrikanın kapanmasına sebep oldu.Ayrıca Yeşilköy’de satın aldığı Elmas Çiftliği arazisi yani oluşturmaya başladığı havaalanının arazileri devlet tarafından metrekaresi bir buçuk kuruştan istimlak edildi.Onun da yarım kuruşu vergi olarak alındı.

23 Ocak 2015 Cuma

REZİL SEVDİĞİM

2004
Kahya’ya

Bu gece yine hüzünlüyüm galiba,
Seviyorum, seviliyorum ya da,
Bir şeyler söyle Rezil Sevdiğim.

Küsmüşsün cahilce bana,
Nefret etsem de aşığım sana,
Seviyorum işte Rezil Sevdiğim.

Âşıklar diyarı bizim buralar,
Beni saymazsan dostlar burdalar,
Yalnız âşık benim Rezil Sevdiğim.

Lal oldum kaç gündür, dilim varmıyor,
Yılların ardından gönül kanıyor
Bana tercüman ol Rezil Sevdiğim.

Kalbim yine parça parça ellerde,
Yâre sunmuştum onu geçende,
Ne yaptı gördün mü? Rezil Sevdiğim.

Sen beni anlayıversen ne olur?
Bir anlayan olsa gönül mest olur,
Anlamak için birazda yorul,
Bana yardımcı ol Rezil Sevdiğim.

Bir deli sevmiş gönül aklınca,
Ölmek istiyor, dostsuz kalınca,
Bana dost olsana Rezil Sevdiğim.

Resul Ekrem GÜNBEY


21 Ocak 2015 Çarşamba

Aşk Nedir?

Uçsuz, bucaksız bir deniz gördün mü?
Baktığında gözünün görebildiğince sonu olmayan,
Güneşin ışıklarının arkasında son bulduğu,
İçindeki milyonlarca canlıdan habersiz bakıp gördüğün bir deniz…

Gözlerini dolaştırıp dururken denizin yüzeyinde,
Aklın, fikrin, hayalin takılıp kaldı mı bir parıltıya şimdiye deyin?
Gözlerini ayırıp, başka yöne bakamadığın,
O lemanın içinde kaybolduğun bir an oldu mu hiç?

Şafak vakti güneşi seyrettin mi?
Bakakaldın mı saatlerce bıkmadan usanmadan?
Gün akşam olunca tekrar bekledin mi şafağı,
Payına düşen bir demet şuaya bakmak için…

Yüreğindeki ırmak, kendisine yüzlerce pınar bulup coştu da,
Tek bir baraj dahi kuramadığın oldu mu önünde?
O ırmaktan susuzluğunu giderecek bir damla su içemediğin oldu mu ya da?

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığında üzerine bir damla düşmediği bir an oldu mu?
Güneşli havada sırılsıklam dolaştığın ya da?

Yollar bitmesin diye yavaşça yürüdüğün,
Her attığın adımda dönüp ardına baktığın,
Günler geçince saatine baktığında,
Sadece beş dakika yaşadığını fark ettiğin bir hüzün yaşadın mı bu güne deyin?

Yüzlerce insan başucunda dururken,
Onlarcası senden medet umarken,
Nefes almak için göz ucuyla aradığın biri oldu mu?

Ayrılığında;
Kalbinin durduğu, durmaya can attığı,
Hayatının bittiği, bitmeye yüz tuttuğu,
Umutlarının söndüğü birini tanıdın mı?

Hiç düşündün mü, bunlar olurken neden diye?

Eğer düşündüysen bunları yaşamadın demektir.

Neden sorusunu soramaz ki bunları yaşayan.
Sadece yaşar sorgusuz, sualsiz…
Gücü yetmez sorgulamaya, düşünmeye, akletmeye…
Tek derdi vardır bunları yaşayanın, nefes almak…

Eğer karşısında değilse gönül güneşi,
Eğer bir damla su olup gidermeyecekse susuzluğunu,
Bir yağmur damlası olup ıslatmayacaksa vücudunu,
Nasıl nefes alsın ki bunları yaşayan?
Alamaz elbet…

Düşünmediysen şayet, o vakit vay haline!
Sönmeyecek bir ateşe düşmüşsün, eller ağlasın derdine.

Ve artık önünde iki yol vardır,
Ama senin elinde değildir yolların seçimi.
Bilemezsin hiçbir zaman ne olacağını.
Belki içindeki yaraya bir mehlemdir gideceğin yol…
Beklide bir neşterde o yolda atılacaktır kalbine…
Bilemezsin...

Tutulmuşsundur körü körüne denizdeki bir damlaya.
Belki bir rüzgârla uçup gidecektir,
Beklide yağmur olup sana düşecektir bütün ihtişamıyla,
Belki bir pınar olup ırmaklar coşturup seni boğacak,
Beklide susuzluğuna derman olacak,
Bilemezsin…

İki yol dedik değil mi?

Birinci yol:

Oda seni göz ucuyla arayacaktır nefes almak için,
Sana hasrettir oda,
Seni görmek için şafağı bekleyecektir,
Bıkmadan, usanmadan ülkeler dolaşıp seni arayacaktır Kerem misali…
Çünkü O Aslı’dır.
Asıl olan O’dur…

Onun da içini kemiren bir duygu vardır seninki gibi,
Dillendirmeye korktuğu,
Ağzına almaya çekindiği,
Hayâ ettiği...

Belki günlerce, belki aylarca, belki yıllarca,
Bekli de bir ömür sürecektir bu korku.
Çünkü habersizdir her şeyden, senden, tüm duygulardan,
Senin habersiz olduğun kadar…

Şayet günün birinde çözülünce lâl olan dillerden biri,
Hasret vuslata dönüşür,
Aydınlatmıştır gönül güneşi.
Ve bir huzur vardır iki gönülde de,
Bir esenlik vardır,
Bir yangın sönmüştür.
Derince bir nefes almak gerekir artık,
Bütün sıkıntılar, dertler, kederler bitmiştir artık.
Bir gül bahçesinde yolculuk başlamıştır,
Upuzun bir yolda iki Âşık vardır…
Gül kokularının içerisinde…
Ne yemek gerekir, ne de su…
Varsın nefes dahi almasın beden,
O gül kokusu tütmesin burunlarında,
Dünya dursun,
Güneş doğmasın,
Ay pervane olmasın dünyaya,
Sular akmasın ne çıkar…
Onlar her şeye sahiptir artık.
Habersiz oldukları tek şey, her şeydir…

Yürüdükçe güllerin solduklarının farkında değildirler,
Güneş doğmuştur ama onlara ne?
Ay pervane olmuştur kimin umrunda?
Bülbülde figan var kim duyar onu?
Onlar mest olmuşlardır, aşk kokusuyla,
Gül kimin umrunda…

Ya vakit geldiyse artık,
Güller solacaksa yeniden,
Bitecekse gül bahçesi aniden…

Fidelerde diken kaldı,
Yol bitti batak çıktı,
Kerem’in bağrı yandı,
İçinden bir ah! Çıktı,
Bu ah! her şeyi yakı…
O Aslı’ydı,
Asıl olan O’ydu,
Bu ah! O’nu da yaktı…

İkinci yol:

Bütün umutların son bulduğu kelime; keşke…
Hiçbir pişmanlığın fayda etmediği an,
Uçsuz bucaksız çölde, dilde kalan iki hece; keşke...

Dilim lâl kalsaydı,
Yüreğim çarpmasaydı,
Hayat feda olsaydı,
Keşke O yanımda olsaydı…
Dediğin bir yol…

İşte böylesine kalemin yazmayı direttiği,
Her harfine kelimelerin kılıç çektiği,
Aklım durup kelime bulamadığı,
Gözyaşının seller olduğu,
Dünyanın alt üst olup sükût bulduğu,
Güneşin ışıklarına meydan okuyan bir yangın misali yanıp duran,
Yakabildiği tek şey bir parça et olan, bir yol…

Değil bir ömür, binlercesini feda etmeye hazırken,
Onun ateşiyle böyle yanarken,
Bu yangında kalan bir tutam külken,
Tahir gibi zindana atılmışken,
Etrafını çevreleyen ona ait bir beden…
Çıkış yok,
Kaçış yok,
Bir demet olsun ışık yok…

Bunu ne anlatabilen var, ne de anlatabilecek,
Belki de binlerce insan bunu yaşayacak,
Binlercesi de bunu anacak.
Ama tüm dünya hayran olacak.
Bilmezler ki canı canana sunacak…

Fakat ne çare;
Can var ama canan yok,
Canan olmayınca can da yok…
Koskoca denizde bir damla su yok,
Gül bahçesinde solmamış gül yok,
Bülbülün dilinde ahu figan yok.

Canan olmayınca canlarda can yok…

Artık bir hikâyenin vakti geldi bence,
Anlatmaya söz verdiğim,
Beni derinden etkileyen,
Aklıma geldiğinde içimi yakan,
Vesilesi ben olduğum,
Ya da kendimi vesile olarak gördüğüm…

Günün birinde samimi bir dost vardı,
Her dem içim ona kuşkuyla bakardı…
Bilemezdim, anlayamazdım, hissedemezdim…
Ama O vardı…

Bir dosttu işte…
Bir şiirde dosta gerek gerçi,
Ama artık çok uzaklarda,
Elimi uzattığımda dokunamayacağım kadar,
Aklıma geldiğinde göremeyeceğim kadar uzaklarda bir dost…

O’da ikinci yoldaydı,
Keşke dediği,
Güneşin ışıklarına meydan okuyan bir yangının içinde olduğu bir yol…
Her sabah bir gül açardı onun için,
Ya da o öyle olduğunu hissederdi,
O’nun gülümsemesiyle neşe bulurdu Ali…
O hüzünlenince hüzünlenirdi…
Belki buna aşk demek hataydı…
Elif’in umrunda değildi Ali,
Fakat Elif için yaşadığını gösteriyordu hali…

Delice bir tutkuydu bu,
Karşılık beklemeden,
Amaç gütmeden,
Sonu olmadığını bile bile,
Ama yine de vazgeçmiyordu Ali…

Dili dönüp de söyleyemiyordu.
Ya diyordu,
Ya bir daha sabah güneş doğmazsa,
Ya O‘na ait gül solarsa,
Ya bu uzun geceler son bulmazsa…

Söyleyemedi işte,
Günlerce değil,
Aylarca değil,
Yıllarca söyleyemedi,
Korktu…
Bir daha O’na gülümsememesinden korktu,
Bütün hayallerinin son bulmasından korktu…

Belki o uçsuz bucaksız denizde kaybolacaktı,
Belki bir damla yağmur da onun için uçacaktı denizden,
Bilemedi hiçbir zaman…

Kendince üzüldü,
Yas tuttu,
Ama Elif’in ne hissettiğini bilemedi,
Bir aşk uğruna bir dostu kaybetmeyi göze alamadı…

Hiçbir pişmanlığa fayda etmeyen kelimeyi,
O iki heceyi,
Ben diyorum: Keşke!

Keşke bütün korkulara galebe çalan bir cesaretin olsaydı,
Keşke lâl olan dilinden Elif’e mersiyeler okusaydın,
Kasideler söyleseydin bıkmadan Alim…
Ama artık ne çare…

Bilirim,
Kendimden bilirim.
Bir yiğit bir aşk taşır gönülde…
Sadece bir aşk…
Bir kere âşık olur sadece,
Çünkü O Aslı’dır.
Asıl olan O’dur…
Eğer vazgeçmek istersen çaresi şudur:

Kalbinde ona ait bölgeyi imha edip,
O’nu değersiz yapmak olmakta böyle basit...
Ve sen de vazgeçme,
Bırak dünya dönmesin,
Şafak sökmesin,
Denizde susuz kalalım ne çıkar…

Çaresiz dertlere tiryaki oldum,
Senin yolunda yandım kül oldum,
Bahtı karayım ahu zar oldum,
Neredesin sevdiğim sen gelmez oldun…

Gelmesin sevdiğimiz bize ne?
Bizler sevilmeyelim,
Yaksın bizi bu aşk ateşi,
Son zerremize varıncaya kadar yaksın…
Yanan biz olalım,
Varsın Elif’ler hayat bulsun,
Aydınlansın o yangının aleviyle…

Kamber gibi Arzu’yla diz dize olmayalım,
Ama bu aşk da anlatılsın,
Bilsinler ki, Ali de âşıktı…
Bilsinler ki Ali de, âşıktı…
Diz dize değildi,
Ama göz ucuyla hep Elif’i arardı her şeye rağmen,
Belki göremedi,
Belki duyamadı sesini,
Ama yaşadığını bilmek O’na yeterdi…

Ne çileli yoldur bu,
Yoksulluk vardır,
Gariplik vardır,
Dert,  tasa vardır,
Yürüdükçe dermanı kesen bir yokuşu vardır…

Bu yolda kendince ikidir;

Ali gibi olanlar vardır;
Lâldirler, suskundurlar,
Anlatamazlar, anlatmazlar hiçbir şeyi…
İçten içe âşıktırlar…
Güneş doğsun, varsın benim olmasın…
Bülbül gülün dikeninde can versin,
Paramparça etsin yüreğini,
Varsın gül onun olmasın…

Ve birde bir an olsun cesaretini toplayanlar vardır;
Fatih misali…

Onlarda sonunu bilemezler,
Belki de o ana lanet okuyacaklardır…
Ama takdire şayan cesaretleri vardır…
İki kelime söylemişledir:
Ardından o iki heceyi diyecekleri iki kelime:
SENİ SEVİYORUM…

Ve ardından bir çöl karşılarındadır,
Sonu gelmeyen bir çöl,
Kimsenin olmadığı,
Hiç bir şeyin bulunmadığı,
Yolunu kaybetmişlerin bile uğramadığı…
Canını feda edeceği insan yok demiştir bir kez,
Olmaz demiştir…
Kızgın yağlarda yanmak isteyen biri vardır artık,
Ama yakmaz ki yağ,
Kızgın yağ bile yanar,
Getirin güneşi, güneş dahi yansın…
Aşk neymiş bütün âlem öğrensin…

İşte bunun hikâyesi:

Gün müydü? Gece miydi? Bilmiyorum…
Belki bir kış günüydü,
Bekli de bir bahar…
Ama bundan yıllar öncesi,
Benim olmadığım bir diyarda,
Değer verdiğim bir dost vardı…

Kimse nasıl olduğunu bilmeden,
Bugünleri göremeden,
Bir tohum atıldı bir gönüle, Ali misali…

Gün geçtikçe kök salan,
Daha da gür büyüyen bir tohum.

Zaman ilaç olmuştu sanki
Zaman, zahirde görünen bir ejderha,
Yuttukça ömrümü iştahlanıyor daha…

Belki bu günler bilinseydi ilaç denmezdi buna,
Lanet okunurdu zamana.

Ama günler yine akıp geçiyor,
Ömrümüzü yutuyor…

Gün geldi, tohumdu… Yeşerdi…
Filizlendi, fide oldu…
Günler geçti, aylar geçti, yıllar geçti…
Artık bir çınar vardı…
Kendinden emin, kökleri sağlam…
Bir dalı bin fideye denk bir çınar.

Artık vakit geldi diyordu,
Konuşsun artık şu dil diyordu.
Günlerce, haftalarca bunun hayaliyle mest oldu.
Konuşsun şu dil diyordu…

Ve vakit geldi, çattı…
Bir sonbahar gecesi,
Erzurum’un Aziziye çay bahçesi…
Saat gece on civarı,
İn cin uykuda…
Soğuğun kemiklerimize işlediği,
Herkesin artık şu sohbetin bitsin dediği,
Ama Fatih’in huzur bulduğu bir gece…
Bir değil, beş değil,
On beş dakika dahi değil…
Bize bir asır gelen,
Fatih’in üç beş dakikası olan bir gece…

Yanında O vardı,
Köklerini sağlam sanırdı…
Ve konuştular,
Anlattı defalarca…
Keşke diyeceği o sözleri söyledi;
SENİ SEVİYORUM…

Ve karşılığında elinde bir hiç vardı,
O cesareti topladığı ana lanet vardı…

Artık bir çınar yoktu,
Susuzluktan kurumuştu,
Dallarında yaprak yoktu,
Bıraksalardı, çöller dar gelirdi…

Sinem’den bir cevaptı beklenen,
Cevap vardı ama beklenen değildi,
Yok diyordu…
Bütün ısrarlara rağmen yok diyordu…

Ve bir beden, bir ruh, bir umut yok oluyordu…
Belki beden yok değildi,
Ama ruh yok olmuştu…

Bu tek kelimeydi,
Tek heceydi,
Ve tek şeyi yok etmişti;
Fatih’e ait her şeyi…

İşte böylesine dönen bir dünya var.
Kimileri âşıktı ve maşukları vardı,
Kimileri sadece âşıktı,
Aşk, gönüllerinde sönmeyen bir kor olarak kaldı,
Ve kimileri de karşılıksız ızdırabı yaşardı…

Bunlara rağmen dünya dönüyordu,
Aldırmadan, umursamadan dönüyordu,
Bir yerlere koşarcasına dönüyordu…
Aşka değer vermeden,
Aşk nedir bilmeden koşuyordu…

Aşk bilinmez ki…
Aşk, sadece yaşanır,
Sadece, aşk yaşanır…
Gönülde bir yangın başlamışsa,
O gönül bir viranedir,
Viranede yaşayan divanedir…
Uçsuz bucaksız bir çölde beklide…
Suyun olmadığı,
Azıcık bir gölgenin bulunmadığı,
Kavurucu sıcağa rağmen o çölde yaşanır…

Her aşkta hülyalar vardır,
Daima mutluluk hayal edilir,
Kavuşmak hayal edilir,
Bitsin artık şu ızdırab denir,
Ve yeminler edilir vazgeçmemeye;

Bizimkisi bir sevda,
Ne gül olup solacak,
Ne kan olup akacak,
Eğer bir gün son bulacaksa,
Bu ölümden olacak…

Artık bu şiir son bulsun…

Aşka dair gönlümden bir zerredir bunlar,
Dibi olmayan kuyuya atılan taştır bunlar…

Bilirim, merhem olmayacaktır kimseye bu dizeler,
Üç beş değersiz sözdür aşkın yanında…

Aşkı tarif ne mümkün,
Kalemim aşk dahi yazamaz,
Aşkı kimse anlayamaz,
Anlayanlar aşkı yaşayamaz…


Resul Ekrem GÜNBEY


20 Ocak 2015 Salı

Ben Sevmeyi Sevdim 4


Ben bir benim olanı sevemedim,
Gönlümdeki hilali sevemedim,
Başucumda duran güneşi sevemedim,

Ben kendimi sevemedim…

Ben Sevmeyi Sevdim 3


Yitikliğimi sevdim dört duvar arasında,
İnsanları sedim yalnızlığımda,
Hasreti sevdim kavuştuğumda,

Ben sevmeyi sevdim…

19 Ocak 2015 Pazartesi

Kısmet etmişse Mevla


Kısmet etmişse Mevla,
El getirir, sel getirir, yel getirir,
Kısmet etmemişse Mevla,
El götürür, sel götürür, yel götürür.

Nice insanlar gördüm


Nice insanlar gördüm,
Üzerinde elbise yok,
Nice elbiseler gördüm,
İçinde insan yok.

18 Ocak 2015 Pazar

Ben Sevmeyi Sevdim 2


Şafak doğarken geceyi sevdim,
Güneşli havada yağmuru sevdim,
Sana âşıkken elleri,
Ben sevmeyi sevdim...

17 Ocak 2015 Cumartesi

Ben Sevmeyi Sevdim 1


Bir daha ölmeyeceğim diye ölümü sevdim,
Beni sevmeyeceksin diye seni sevdim,
Üstüme katmer katmer geldi diye, dertleri sevdim,
Ben sevmeyi sevdim...

İstiklal Marşı


İstiklal Marşı'nın Osmanlı Türkçesi Metni

15 Ocak 2015 Perşembe

Bilgisayarla Sağdan Sola Doğru Yazı Yazmak (Osmanlı Türkçesi)

Bilgisayarla Sağdan Sola Doğru Yazı Yazmak (Osmanlı Türkçesi)

Bilgisayarınız da Arapça, Farsça, Osmanlı Türkçesi gibi sağdan sola doğru yazılan diller için klavye eklemenin nasıl yapıldığını kısaca anlatmaya çalıştım. İşinize yarayabilecek bir kaç font da ekledim. 


Aldhabi


Rika


FONTLAR

1- Aldhabi
2- Rika
3- Traditional Naskh Bold

İyi çalışmalar.

Materyalist

O kadar materyalist bir düzenin içerisinde kaldık ki. Ağır geliyor. Söz konusu para ve paranın alabilecekleri olunca kimsenin gözü başka bir...