27 Aralık 2012 Perşembe

Medeniyet ve Medeni İnsan

Acaba medeniyet ve medeni insan deyince ne anlıyoruz, ne düşünüyoruz. Kendi fikirlerimi değil internette bulduklarımı aktarayım.


Medeniyet (Uygarlık) nedir?
Uygarlık veya medeniyet, bir ülke veya toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder. Uygar kelimesi, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavimi olan Uygurlardan gelmektedir
Medeniyet ve uygarlık kavramları çoğunlukla aynı anlamda kullanılmakla birlikte, uygarlığın daha geniş bir anlam taşıdığını ifade etmek mümkündür.
Medeniyetin, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle sınırlı olmasına karşı; uygarlık kavramının, binlerce yıl devam eden gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojisinin katkısı ile ortaya çıkan ve tüm insanlığın eseri ve malı olan evrenselliği sözkonusudur.
Uygarlığın doğuşuna ve yükselişine Çin'den Uygur ve Orta Asya Türklerine; Hindistan'dan ve Mezopotamya medeniyetinden eski Mısır medeniyetine; Ege kıyılarındaki antik çağ sitelerinden Roma'ya; Batı Avrupa'da aydınlanma çağını yaratan, sanayi inkılabını gerçekleştiren milletlere ve nihayet Amerika ve Uzak Doğu'daki Japonlar'a kadar, tarih boyunca sayılamayacak kadar çok ülkenin ve ulusun katkısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.


Kaynak: http://medeniyet.nedir.com/#ixzz2GCnWMWsE



Medeniyet Nedir

Uygarlık veya medeniyet, bir ülke veya toplumun veya diğer zeki canlı türlerinin, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder. Uygar kelimesi, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavimi olan Uygurlardan gelmektedir.
Medeniyet ve uygarlık kavramları çoğunlukla aynı anlamda kullanılmakla birlikte, uygarlığın daha geniş bir Anlam taşıdığını ifade etmek mümkündür.
Medeniyetin, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ort Aya koydukları değerlerle sınırlı olmasına karşı; uygarlık kavramının, binlerce yıl devam eden gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojisinin katkısı ile ort aya çıkan ve tüm insanlığın eseri ve malı olan evrenselliği sözkonusudur. Uygarlığın doğuşuna ve yükselişine Çin'den Uygur ve Orta asya Türklerine; Hindistan'dan ve Mezopotamya medeniyetinden eski Mısır medeniyetine; Ege kıyılarındaki antik çağ sitelerinden Roma'ya; Batı Avrupa'da aydınlatma çağını yaratan, sanayi inkılabını gerçekleştiren milletlere ve nihayet Amerika ve Uzak Doğu'daki Japonlar'a kadar, tarih boyunca sayılamayacak kadar çok ülkenin ve ulusun katkısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir

Batı ve Medeniyet,
Garblılar böyle midir imanları, ahlakları şüphesiz böyle değildir. Hele İkinci Cihan Harbinden sonra, sayıları artan sapık fikirli, adi ruhlu insanlar başkalarını da bozmaktadırlar. Fakat yukarıda yazdığımız gibi olmaya ve sapık fikirlileri terbiye etmeye çalışmaktadırlar. Zahiri temizliklerine gelince, İslam dininin emrettiği temizliği tatbik ediyorlar. Ba'zı sokaklarda tek çöp parçası yoktur. Parklar bir çiçek deryası halindedir. Her taraf, her dükkan, herkes ve görünüşleri tertemizdir.
Şimdi Kur'an-ı kerimin, İslam dininin bize emrettiği şeylere bakalım. Bunlar bize ahlakımızı, bedenimizi ve kullandığımız şeyleri temizlemeyi emrediyor. O halde demek oluyor ki, hakiki medeniyet esasları bizim dinimizde bulunmaktadır ve Orta Çağdaki İslam medeniyeti ancak bu sayede meydana gelmiştir.
Şimdi milletimiz ne yapıyor? İslamiyet iyi bilinmediği için, unutturulduğu için, her şeyden evvel tembeldir. Allahü tealanın emir ve yasaklarına pek ö Nem vermez. Zevke düşkündür. Çabuk yorulur. Adam sendecidir. Bir bina yapar, ta'mirine üşenir. Az çalışıp çok kazanmak ister. Bir işe başladıktan biraz sonra gevşer. Bulgarlar "İşe Türk gibi başla, Bulgar gibi bitir!" derler. Memleketimizdeki, dedelerimizden kalma, mu'azzam san'at eserleri bakımsızlık ve ta'mirsizlikten dol ayı harab olmaktadır.
Önce, Ehl-i sünnet alimlerinin bildirdikleri Doğru imanın ne olduğunu öğrenelim. Sonra, bu öğrendiğimize uygun olarak inanalım. imanı bozuk olan, Allahü tealanın rızasına, sevgisine kavuşamaz. O'nun rahmetinden, yardımından mahrûm kalır. Rahatı, huzûru bulamaz.
imanımızı düzelttikten sonra, ahlakımızı da düzeltmek, İslamiyyete sımsıkı sarılmak yani Allahü tealanın ve Peygamberimizin emirlerine ve yasaklarına uymak, kalblerimizi temizliyerek, nefslerimizi ve sıhhatimizi ıslah etmek lazımdır. Böyle yapanların kalbi, hep iyilik yapmak ister. Kötülük yapmak hatırına bile gelmez.
Rûh ve kalb temiz ve beden kuvvetli olunca, el ele vererek kardeşçe ve son derece dürüst olarak çalışmak kolay olur. din düşmanlarının, münafıkların ve mezhebsizlerin sözlerine, propagandalarına aldanmamalıdır. Eğer böyle hakiki müslüman olur ve faideli işler yaparsak, Kur'an-ı kerimin Tin sûresinde beyan buyurulduğu gibi, Allahü teala bizden razı olur, bize yardım eder. Eğer imanımızı düzeltmez ve Muhammed aleyhisselamın dinine uymaz ve hayırlı iş görmez, sapık, bozuk inanışlar uğruna döğüşür veya kendi şahsi menfaatlerimiz için gayrı meşrû' yollara saparsak, ALLAH bizi aşağıların aşağısı yapar.

Kaynak: http://www.yararlibilgiler.net/medeniyet-nedir/



Medeniyet ve Uygarlık Nedir?

Uygarlık veya medeniyet, bir ülke veya toplumun veya diğer zeki canlı türlerinin, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder. Uygar kelimesi, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavimi olan Uygurlardan gelmektedir.
Medeniyet ve uygarlık kavramları çoğunlukla aynı anlamda kullanılmakla birlikte, uygarlığın daha geniş bir anlam taşıdığını ifade etmek mümkündür.
Medeniyetin, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle sınırlı olmasına karşı; uygarlık kavramının, binlerce yıl devam eden gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojisinin katkısı ile ortaya çıkan ve tüm insanlığın eseri ve malı olan evrenselliği sözkonusudur. Uygarlığın doğuşuna ve yükselişine Çin'den Uygur ve Orta Asya Türklerine; Hindistan'dan ve Mezopotamya medeniyetinden eski Mısır medeniyetine; Ege kıyılarındaki antik çağ sitelerinden Roma'ya; Batı Avrupa'da aydınlatma çağını yaratan, sanayi inkılabını gerçekleştiren milletlere ve nihayet Amerika ve Uzak Doğu'daki Japonlar'a kadar, tarih boyunca sayılamayacak kadar çok ülkenin ve ulusun katkısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

Medeniyet Nedir?

Alm. Zivilization, Fr. Civilisation, İng. Civilisation.
Memleketleri îmâr ederek, insanları sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlâkî yönden refah ve huzûra kavuşturmak. Medeniyet kelimesi Arapça olup, “medîne” kökünden gelmektedir ve “şehir” demektir.

Medeniyet Üzerine..
Medeniyetin çok çeşitli târif ve îzâhları yapılmıştır.
İnsanlık târihi boyunca yeryüzünde iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilâhî dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsız insan topluluklarının medeniyetleridir. Günümüzde meşhur olarak bilinen eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların dünyâ hayat anlayışlarının bir görünüşüdür. Bu toplumlarda birçok tanrıya inanılır, bu tanrılar insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve saçma sapan birçok şeye inanılır, bâzı insanlara bilhassa krallara (Firavun, Nemrud, Promethe, Afrodit vs. gibi) hulûl ettiklerinden bu krallar yarı tanrı kabul edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta, insanlar: Asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve çeşitli isimler altında sınıflandırılır; hâkim sınıflar diğerlerini dînî, ekonomik ve beşerî bakımından sömürürler ve zulmederlerdi. Bu farklılık öldükten sonra mezarda da kendini gösterir; üstün sınıflar için piramitler, kral mezarları gibi büyük mezarlar yapılırdı. Çoğunda kadınlar ikinci sınıf insan muâmelesi görür ve bâzılarında orta malı şeklinde düşünülürdü.
Zevkleriyse Atina’daki hipodromlarda insanları çırılçıplak spor müsâbakalarına sokmak; çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’daki hipodromlarda köle yapıp “gladyatör” dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne döğüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetiyle aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunmak âdiliği olarak tezâhür etmiştir. Böyle cemiyetlere medenî denilemeyeceği meydandadır.
İlâhî dinlerden olan ve Avrupa başta olmak üzere, zamanla dünyânın çeşitli yerlerine yayılan Hıristiyanlık dînine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise Hıristiyan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Hazret-i Îsâ’nın göğe çekilmesinden çok kısa bir zaman sonra Yahûdîlerin tertip ve teşvikiyle bozulmaya başlayan Hıristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve Avrupa krallarının müdâhaleleriyle daha çok bozulmuş, anlaşılmaz, karmakarışık merâsimlerden ibâret bir din hâline gelmiştir. Bu hâliyle papaların elindeki Hıristiyanlık, mensuplarını dâimâ ilerletecek bir dinamizmden mahrum, sosyal hayâtı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı olgunlaşıp yükseltici yol ve usûllerden habersiz olarak cihanşümûl bir medeniyeti doğurucu ve besleyici olamadı. Her türlü fen bilgisinin, ziraî, sınâî, sıhhî, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Ortaçağ Avrupası; puthâneye döndürülmüş kiliselerle zâlim derebey ve kralların şatoları ve sarayları etrafında binbir çeşit hurâfeyle doldurulmuş kafalar; adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardımseverlikten mahrum katı kalbler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşî insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı, hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil; ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü; kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi. Müslümanlar İspanya’yı fethederek burada bir İslâm medeniyeti kurdular. Haçlı Seferleri sonunda Avrupalılar, önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocaladılar. Sonra yavaş yavaş uyanarak çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye; İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerini eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmağa çalıştılar. Bu hal, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defâ eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevketti. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre tekrar yazıp yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara “rönesans”, Hıristiyanlık dîninde yaptıkları yeni değişikliklere de “reform” adını verdiler.
Böylece Avrupa’da; gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru hâline gelen bir kilise hayâtı ortaya çıkarken, öte yandan, rûhî açıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışlarıyla maddî refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanâyileşme başladı. Fransızların dünyâya övündükleri Versay (Versailles) Sarayı'nda bir hamam bile yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan sonra, krallarda, asillerde ve halkta da yaygındı. Hattâ papazlar yıkanmaya karşı gelerek sırtlarındaki kir kalınlığına göre birbirlerini derecelendirirlerdi. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar.
Günümüz dünyâsında bir Hıristiyan medeniyetinden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlığın, Hıristiyan denilen milletlerde bir fantazi ve tesellî kaynağı olarak kabul ettikleri üç tanrı inancı (teslis), bir süs eşyâsı olarak taşıdıkları haçlarla her türlü eğlencelerinin sembolü hâline gelmiş şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve bunların neticesi olarak hergün süratle artan ahlâkî çöküntüye medeniyet demek mümkün müdür?
Medeniyet tasnifleri içinde, her bakımdan mükemmelliğe erişmiş, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran hiç kusursuz olan İslâm medeniyetidir. İslâm medeniyeti; İslâmiyetin vâzettiği îmân, îtikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayâtı, idâre prensipleri ve dünyâ nîmetlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyâya hitâbeden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamânı (çağları) peşinde sürükleyen, insanlık târihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyettir. Bunu iyi anlamak için İslâmiyeti doğru bilgilerle iyi öğrenmek ve tanımak şarttır.
İslâm âlimleri medeniyeti “tâmir-i bilâd, terfîh-i ibâd” şeklinde târif etmişlerdir. Bu târif kısaca: “Beldelerin îmâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması; insanların da rûh, madde, fikir ve ahlâk bakımından yükselmesidir.”
İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sâhibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahü teâlânın bildirdikleri, Resûlullah’ın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi onların içinde mevcuttur.
Müslümanların târih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, asr-ı saâdettir. O devirdeki İslâm medeniyeti sonra gelen Müslüman milletlerin daha çok benzemek için çırpındıkları ötelerin ötesindeki bir nurlu idealleri olmuştur. Araplar, Afrika kavimleri, Asya’da Gürgâniye, Harezmşahlar gibi meşhur Müslüman milletler ve Müslüman Türkler, bugün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan her şeyi bildirmiştir. Bu bakımdan İslâm medeniyeti cihânşümûl bir medeniyettir. Ancak milletlerin bu cihanşümûl medeniyete ulaşma dereceleri, İslâmiyeti iyi öğrenme, doğru anlama ve İslâmiyete tam uyma derecelerine göre farklı olmuştur. Bu milletler içinde Osmanlı Türklerinin bâzı dönemlerde yükseldikleri seviye, hepsinden ileri olmuştur. Bu sebeple altı asır boyunca bütün dünyâya her şeyiyle mükemmel bir medeniyet nümûnesi göstermişler, buna da Türk-İslâm Medeniyeti adı verilmiştir. İstanbul, bu medeniyetin sembol şehri, İstanbul’da yaşayanlar da, sembol insanı olmuştur.
Günümüzde bütün dünyâ milletleri bu medeniyetin hayranlığını dile getirmekte, dünyâdaki pekçok ilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları insanlığın günlük hayâtından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için, bu medeniyeti incelemektedir. Anlayabildiklerini başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sâdece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabul etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sâhip cemiyetler vardır. Medeniyet için her iki unsurun gerektiği kadar ve ölçülü bir şekilde mevcudiyeti şarttır. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmak olur. Halbuki bunlara sâhip olan eşkiyâlık da yapabilir.
İnsanoğlu giderek dünyâyı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refahı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Yirminci asırda dünyânın içine düştüğü buhranın kaynağında da bu yatmaktadır. Bütün dünyâda inançların giderek unutulmaya yüz tutması sebebiyle, mânevî değerlerin zayıflaması, çeşitli buhranlara ve sıkıntılara sebep olmaktadır. Medeniyetlerin güçlenmesi ve yaygınlaşması teknolojiyle inancın birbiriyle çok iyi bir şekilde telif edilmesine bağlıdır. Maddî sahadaki gelişmeler gibi sâdece mânevî sahadaki gelişmeler de kâfi değildir. Astek medeniyeti, İspanyolların silâhlarına tahta kılıçla mukâbele etmesi sebebiyle çökmüştür. Kezâ “hamam medeniyeti” diye de tâbir edilen Roma medeniyetinin yıkılışı da ahlâksızlığı sebebiyle olmuştur. Müslümanlar, İslâmiyeti ***ürdükleri yerlere, İslâmiyetin gereği olan medeniyeti de berâber taşımışlar, insanlarının refah, huzur içerisinde kardeşçe yaşamasını sağlamışlardır. Bu medeniyetin bir parçası olan sanat dalında o bölgelere yollar, köprüler, hamamlar, kervansaraylar, ibâdethâneler, çeşmeler, su kanalları yapmışlardır. İslâm sanatı, Müslüman milletlerin ortaya koyduğu ortak bir sanattır. İslâmiyet, insanın dünyâ ve âhirette huzur içinde yaşamasını isterken ondaki güzellik duygularını ve sanat merâkını da ortaya çıkarır. İslâm sanatları içerisinde mîmârî, edebiyat, minyatür, kitap süsleme, tezhip, el sanatları, hüsn-i hat, ağaç ve mâden sanatları, çinicilik, kakma, oyma çok ileri gitmiştir. Müslümanlar her gittikleri yerlerde mîmârî eserler yaptırmışlardır. İspanya’daki Kurtuba Câmii, işgal altında bulunan Mescid-i Aksa Câmii, İstanbul’daki Süleymâniye, Edirne’deki Selimiye câmileri İslâm mîmârî sanatının bir şâheseridir. İslâm sanatı Emevîler zamânında başlamış, Abbâsî, Fâtimî, Eyyûbî, Memlûk, Selçuklu şeklinde gelişerek nihâyet Osmanlılın doğu sanatlarıyle batı sanatlarını sentez etmesiyle yüksek ve geniş kubbeli direksiz câmiler, yüksek kemerli köprülerle zirveye ulaşmıştır. Bugünkü modern mîmârî sanatı, Osmanlı mîmârî sanatını örnek almıştır. Osmanlı mîmârî sanatına paralel olarak Hindistan-Türk mîmârî sanatları da çok ileri gitmiştir. Şah Cihan’ın yaptırdığı Taç Mahal, bu eserlerin en muhteşemidir. İslâm dünyâsında yetişen âlimler de, birçok ilmin kurulmasına önderlik yapmışlardır. İmâm-ı Şâfiî hukuk usûlünün, İmâm-ı Muhammed devletler hukûkunun, İbn-i Haldûn târih sosyolojisinin, İbn-i Heysem fizik ve optik kısmının, Harezmî cebirin, Cezeri sibernetiğin temellerini atmışlardır. Yine yetişen binlerce âlimin yazdığı sayısız kitaplar, asırlarca ilim âlemine ışık tutmuş medeniyetin yükselmesine yardımcı olmuş hattâ Avrupa bunlara sâhip çıkmış ve kendi adamlarına mâletmiştir.

Kaynak: http://www.delinetciler.net/forum/genel-kultur/99385-medeniyet-ve-uygarlik-nedir.html



Medeni insan,sorulara kızmadan cevap veren diyaloğa açık,hoşgörülü,hümanist,kendiyle barışık,insan haklarına saygılı,haksızlığa isyankar,tükürdüğünü yalamayan ve de yere tükürmeyen insandır. (12.05.2009 18:54)

Bir Alman düşünür şöyle der: 'En medeni insan karanlıkta dahi esnerken ağzını kapatan insandır.'
Ben bu sözden şunu anlıyorum: Karanlıkta esneyen bir insanı kim görür? Kimse görmez. Dolayısıyla da kimse ağzını kapatmadığı için onu ayıplayamaz...
Fakat sözü edilen insan, karanlıkta dahi esnerken ağzını kapatıyor. Neden? Çünkü o insanın her şeyden önce kendisine saygısı var. Öyleyse medeni insanı şu şekilde tarif etmemizin bir sakıncası yok sanıyorum:
En medeni insan, kendisine saygısı olan insandır... (05.01.2008 14:39)

Kendi ile barışık, özgüvenli, düşüncelerinde ve söylemlerinde tutarlılık olan, saygılı ve herkesle ortak bir noktada anlaşabileceğinin farkında olan, kendine ait fikirleri zorbalıkla değil aklın gücü ile karşısındakine anlatmaya çalışan.
Bulunduğu toplumun ferdi olarak o toplumu daha aydınlık bir yarına götürmeye çalışan.
Ben değil, biz olmaya çalışan.
Aklın yolu birdir diye diretmeyen. Anlamaya çalışan.
Yani iyi ve güzel ne varsa olsun diye çalışan.
Negatif ve kötü olanların da farkında olan ve onlarla baş etmeyi bilebilen biri...
Böyleleri var tabiki...Sayıları az da olsa var... (12.11.2006 10:05)

İslam üzere yaşayan ve H.Z.Muhammed Mustafa(S.A.V) peygamberi örnek alan insan profili (03.06.2006 13:40)

'Medeniyet Dediğin Açmaksa Bedeni, Desene Hayvan Senden Daha Medeni.'
MEHMET AKİF ERSOY. (03.05.2006 10:38)

Medeniyet suyu kullanmaktır. (17.04.2005 17:41)

Sehirli insn..
Kalabalik sehir yasaminin tikirinda ve hirsiz yürüyebilmesi icin, bir birlerinin haklarina, kanunlarin kapsama alaninin disinda kalan ara bölmelerde de digerlerinin haklarina saygili olmayi bilen insanlara ihtiyac vardir.. Bu ihtiyac sehir kültürünü dogurur... Bu sehir kültüründen haberdar olan adam demek oluyor bu medeni insan..
Medeni kelimesi de arapcada sehir manasina gelen Medine'den türeme... (05.10.2003 21:30)

Nedir sayfalarında pek sık rastlayamadığımız bir insan türü (05.10.2003 07:20)

Nerde ne yapacağını bilen.... (27.07.2002 19:23)

Kaynak: http://nedir.antoloji.com/medeni-insan/

12 Kasım 2012 Pazartesi

Aşkın Gücü


Zamanın birinde bir padişah vardı. Padişah bir gün adamlarıyla ava giderken yolda güzel bir cariye görüp ona aşık oldu. Onu alıp sarayına getirdi. Fakat bir müddet sonra o güzel cariye hastalandı günden güne eriyip tükenmeye başladı. Memleketin en iyi hekimleri cariyenin hastalığına bir çare bulamadılar. Padişah bunu görünce çok üzüldü, günlerce çareler aradı, sağa koştu, sola gitti olmadı. Sonunda bir mescide gidip el açarak dua etti, secdeye kapanarak ağladı. Cariyenin iyileşmesi için yalvardı. Bu sırada uykuya daldı. Rüyasında bir pir gördü; pir ona: "Artık üzülme duan kabul oldu. Yarın şehrinize bir yabancı gelecek o bizdendir. Onun yapacağı tedaviyle cariyen iyileşecek." dedi. Sabah olup güneş doğunca padişah pencereye koşup rüyasında gördüğü piri beklemeye başladı. Uzaktan onun geldiğini görünce kendisi sarayın kapısına koşarak kapıyı açıp piri içeriye aldı. Konuşup görüştükten sonra, padişah pire hastanın hastalığını anlattı daha sonra onu hastanın yanına götürdüler. Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra nabzını saydı. Hastalığın belirtilerini sorup sebeplerini dinledi. "Diğer hekimlerin tedavileri iyileştirmek yerine büsbütün harap etmiş hastayı." dedi. Sonra şöyle devam etti.

"Onların içerden haberleri yok, onun için de hepsinin aklı fikri işin dış yüzünde." dedi. Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı, fakat bunu padişaha söylemedi. Hastanın hâlinden inlemesinden onun gönül hastası olduğunu hemencecik anlayıverdi. Çünkü hiçbir hastalık gönül derdi gibi değildir.

Hekim durumu anlayınca:
"Padişahım, dedi. Herkesi uzaklaştır köşede bucakta kimseler kalmasın ki ben hastayla baş başa kalıp rahat rahat çalışayım, hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir düşüneyim."
Padişah emretti oda boşaldı hastayla hekimden başka kimse kalmadı. Hekim yaklaşıp hastanın başucuna geldi yumuşak ve tatlı bir sesle: "Memleketin neresi, nerelisin? Bana söyle, çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır. Memleketinde yakın akrabandan kimler var, kime yakınsın?" diye sordu.

Hekim elini kızın nabzına koymuştu. Hem soruyor hem de nabzını kontrol ediyordu. Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları anlatıyor, başından ne geçtiyse söylüyordu. Hekim kızın nabzını tutmuştu ve: "Bu kız kimin adını söylediğinde eğer heyecanlanır, nabzı hızlanırsa demek ki sevdiği, uğruna hasta olup yataklara düşerek mum gibi eridiği odur." diye düşünüyordu.

Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve oradaki dostlarını sayıp döktü. Fakat nabzmda bir değişiklik olmadı. Hekim: "Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi memlekete gittin?" diye sordu. Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti ama ne yüzünün rengi ne de nabzının atışı değişti. Daha sonra sırasıyla götürüldüğü yerleri, şehirleri görüşüp tanıştığı insanları birer birer sayıp döktü. Lâkin hâlinde bir değişiklik olmadı. Ta ki hekim Semerkant şehrini soruncaya kadar. Semerkant'ın adı geçince kızın nabzı hızlandı yüzü, yanakları kızardı. Çünkü o Semerkant'ta bir kuyumcuya aşıktı ve ondan ayrılmış olmanın ıstırabıyla yanıp tutuşuyordu. Bunu öğrenen hekim kuyumcunun Semerkant'ın hangi semtinde ve hangi mahallesinde olduğunu sorup öğrendi. Sonra kıza: "Ben senin hastalığını ve bu derdin çaresinin ne olduğunu çok iyi anladım. Fakat sen bu bana anlattıklarını sakın başkasına söyleme, hele hele padişaha hiç anlatma" diyerek tembih etti.

Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca padişaha gelip durumu anlattı. "Bu kızcağızın iyileşmesi için o kuyumcuyu getirmekten başka çare yok." dedi. Bunu duyan padişah hekimin nasihatini canu gönülden kabul etti. Hiç zaman geçirmeden kuyumcuyu davet etmek üzere bir elçi gönderdi... Elçi Semerkand'a varınca doğruca gidip kuyumcuyu buldu. Padişahın gönderdiği hediyeleri takdim etti ve padişahın onu davet ettiğini eğer gelirse padişahın en yakın adamlarından olacağını çok büyük ihsanlara ve iltifatlara mazhar olacağını söyleyince, kuyumcu zaman kaybetmeden yola koyulup padişahın sarayına en kısa zamanda ulaştı.

Saraya gelen kuyumcuyu hekim alıp padişahın huzuruna götürdü. Padişah kuyumcuya iltifatlar yağdırıp ihsanlarda bulundu. Hazinesini ona teslim etti. Hekim bunun üzerine: "Ey padişah o cariyeyi bu kuyumcuya ver ki hastalıktan tamamen kurtulup iyileşsin." dedi.

Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle kuyumcuya verdi, altı ay murat alıp murat verdiler. Böylece kız tamamen iyileşmiş oldu. Ondan sonra hekim kuyumcuya bir ilaç hazırladı, ilacı içen kuyumcu hastalanarak günden güne çirkinleşip erimeye başladı. Eski güzelliğinde eser kalmadı. Kuyumcu böyle günden güne eriyip çirkinleşince kızın gönlü de ondan yavaş yavaş soğudu, aşkı günden güne azaldı. Bir müddet sonra kuyumcu öldü. Ölünce de kızın aşkı tamamen sona erdi. Böylece o güzeller güzeli o aşktan ve hastalıktan arınıp tertemiz oldu.

Bu cihan bir dağdır, bizim yaptıklarımız ise ses, seslerin aksi yine dönüp bize gelir.
Buradaki Padişah: Ruhu 
Cariye: Nefsi
Cariyeyi tedavi edemeyen hekimler: Sahte Şeyhleri 
Cariyeyi tedavi eden hekim: Mürşid-i Kâmili
Kuyumcu ise: insandaki Heva ve heves (boş ve lüzumsuz arzular) 
gibi şeyleri temsil ettikleri unutulmamalıdır.


Hz. Mevlana'nın En Büyük Eseri Mesnevi'de Geçen Bütün Hikâyeler (MEHMET ZEREN)

Ağzına Yılan Kaçan Adam


Bir süvari atına binmiş gidiyordu, uyumakta olan bir adamın ağzına bir yılanın kaçtığını gördü, yılana mani olmak için atını hızlıca sürdü, fakat yetişemedi yılan uyuyan adamın ağzına kaçtı.

Süvari uyuyan adamı uyandırdı birkaç topuz vurarak onu orada bulunan ağaçlara doğru kovaladı. Ağaçların altında çürük elmalar vardı. Süvari onları yemesi için adamı zorladı. Adam yememek için direndi yalvardı yakardı. Fakat nafile, süvari üstüne hücum ederek o çürük elmaları ona zorla yedirdi, sonra da atıyla peşine düşerek onu kovalamaya başladı. Adam güneşin sıcağı altında hem koşuyor hem de beddualar ediyordu. Nihayet adam yoruldu. Midesi bulandı yediklerini çıkarmaya başladı. Çıkardıkları arasında o koca siyah yılanı görünce bu işin sebebini ve süvarinin kendisine düşman değil dost olduğunu anladı. Yaptığı beddualardan pişman olarak dualar etmeye başladı.

Eşek sahibinden eşekliği yüzünden kaçar, hâlbuki sahibi iyiliğinden dolayı onun peşine düşer.



Hz. Mevlana'nın En Büyük Eseri Mesnevi'de Geçen Bütün Hikâyeler (MEHMET ZEREN)

3 Kasım 2012 Cumartesi

Ölüm...

Kalp dünyaya ait bir şeye meylettiği zaman, İbni Mu­ti'in dediğini demek lâzımdır. Bu zat, yaptırdığı evine bak­mış ve onun güzelliği kalbini çekmişti.Bunun üzerine şöy­le demiştir:

"Allah'a yemin ederim, ölüm olmasaydı, seninle sevi­nirdim ve buradan kabrin dar çukuruna gitmek olmasaydı seninle mutlu olurdum. Fakat bunlar olduğu için, ne senin­le sevinmek, ne de mutlu olmak mümkün değildir." Bir zengin, güzel bir köşk yaptırmıştı. Onu hazır hâle getirin­ce, tanıdığı bir âlimi götürüp onda gezdirdi. Alim, köşkü gezdikten sonra adama:
"Köşkün çok güzeldir. Fakat bir kusuru vardır ki, bü­tün güzelliğini gölgelemiştir." dedi. Adam telaşla:-"Bu kusur nedir?" diye sordu.
Âlim, derine dalan gözlerle:

-"O kusuru şimdiye kadar hiç kimse giderememiştir. O, ölüp burayı terk etmektir." dedi.



Bazen...

Bazen yazacak o kadar çok şey aklıma geliyor ama fırsat bulup yazamıyorum.
Bazen de düşünüyorum ne yazsam diye, o zaman da bir şey bulup yazamıyorum...

31 Temmuz 2012 Salı

Kendinize Dikkat Edin!...

SÖYLEDİKLERİNİZE DİKKAT EDİN; düşünceleriniz olur...
DÜŞÜNCELERİNİZE DİKKAT EDİN; duygularınız olur...
DUYGULARINIZA DIKKAT EDIN; davranışlarınız olur...
DAVRANIŞLARINIZA DİKKAT EDİN; alışkanlıklarınız olur...
ALIŞKANLIKLARINIZA DIKKAT EDIN; değerleriniz olur...
DEGERLERİNİZE DİKKAT EDİN; karakteriniz olur...
KARAKTERİNİZE DIKKAT EDIN; kaderiniz olur...


Indra Gandhi



26 Temmuz 2012 Perşembe

HAZRETİ İBRAHİM'İN "ATEŞE ATILMA" HİKAYESİ


Babillilerin bayramı idi. Onların âdetlerine göre; bayram gelir gelmez, küçük-büyük, kadın-erkek, zengin-fakir kim varsa, bayram yerine koşarlardı. Şehirde kimse kalmazdı. O gün, putlara hizmet edenler de bayram yerine gitmeye hazırlandılar.
Hz. İbrahim’e: -Sen de gel, birlikte gidelim, dediler.
Hz. İbrahim: -Bugün ben, yıldızlara baktım, rahatsızım gelemem, dedi.

Nitekim Kur'ân şöyle ifade eder: (Hz. İbrahim), yıldızlara bir bakışla baktı,
Ve dedi ki: "Ben hastayım." (Kavminden olanlar), ondan, yüz çevirip gittiler." [SAFFAT(37)/88-90]
O zamanın halkı, yıldızlara bakarak hareket ederlerdi. Hz. İbrahim hasta olmadığı halde onları ikna etmek için, onlar gibi hastalığı ile yıldızlar arasında ilişki kurmuştu.
-Sen gitmiyorsan dışarı çık, kapıyı sıkıca kapayalım, dediler.
Hz. İbrahim'de dışarı çıktı. Hizmetçiler de kapıyı sağlamca kapadılar, bayram yerine gittiler.
Hz. İbrahim, kavmi gidince dedi ki: "Andolsun Allah'a, sizler dönüp gittikten sonra, putlarınıza tuzak kuracağım." [ENBİYA(21)/57]
Ve kendi kendine şöyle söylendi: -Siz, sağlamca kapasanız da, vallahi ben siz gidince kapıyı açarım. Putlarınızı kırar, paramparça ederim.
Puthane hizmetçilerinden birisi, Hz. İbrahim'den bu sözü işitmişti: -Bu çocuk delidir! Ne söylediğini bilmiyor.
Önem vermeden gitti. O da, bekçiler gözden kaybolunca puthaneye gitti. Kapısını açtı. İçeri girdi. Elinde balta vardı. Putlara baktı, önlerine türlü türlü yiyeceklerin konulmuş olduğunu gördü. Kâfirlerin âdeti şu idi ki, bayram için ne yiyecek pişirirlerse, büyük puta ondan bir pay ayırırlardı. Her putun önüne de, o yemeklerden biraz koyarlardı.
Sonra o yiyecekleri alarak: -İlâhlarımızın bakışı ile bereketlenmiştir, derlerdi.
Onları saklar, kendileri yerlerdi. Hz. İbrahim baltası elinde, putlara şöyle seslendi: -Niçin bu yiyecekleri yemiyorsunuz? Niçin cevap vermiyorsunuz? Söylesenize! Ama doğru! Yiyemezsiniz! O halde bu halka nasıl ilâhlık edersiniz? dedi.
Baltayı sağ eline aldı. Putlara saldırdı. Balta ile kiminin başını kırdı. Kiminin ayağını kesti. Kimini belinden ikiye ayırdı. Kiminin başını ikiye böldü. Kimisini de yüzüstü bıraktı. Büyük puta ise ilişmedi. Onu, altın bir tahtın üstüne oturtmuşlardı. Türlü mücevherlerle de o putu süslemişlerdi.  Baltayı, onun boynuna astı. Sonra dışarı çıktı. Kapıyı, bekçilerin kapadığı gibi kapadı. Dışarıda oturdu, bekledi.
Puthane hizmetçileri geldiği zaman, o hali görünce şaşırıp kaldılar. Feryada başladılar. Hemen, o saatte gidip 'Nemrut'a haber verdiler: -Putlar kırılmış! Dediler.
"Nemrut" hemen yerinden fırladı. Puthaneye geldi. O hali görünce şaşırıp kaldı. Ve:
Dediler ki: "Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerdendir." [ENBİYA(21)/59]
Nemrut hizmetçilere kızdı: -Bunu yapan kim ise onu bulup, getirin! Dedi.

Hz. İbrahim'in: -Siz gidin. Ben de putlarınızı kırarım! dediğini işiten bekçi, Nemrut'a: -İbrahim adlı bir gençten, putlarınızı ben kıracağım! diye söylendiğini işittik, dedi.
Nemrut: - İbrahim'i bana getirin! Eğer bu söz doğru ise, işitenler tanıklık etsinler! Ben onun cezasını veririm! dedi.
Nitekim Kur'an şöyle der: "Dediler ki: "Onu, insanların gözleri önüne getirin. Umulur ki onlar, şahitlik ederler." [ENBİYA(21)/61]
Nemrut ne kadar kâfir ise de, iki kişi tanıklık etmeyince hüküm vermezdi. Hem de şöyle düşündü: -Bu genç, Vezir'in oğludur. Suçlu değilse cezalandırmayalım. Hz. İbrahim'i getirdiler.
"Dediler ki: 'Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?'" [ENBİYA(21)/62]
Hz. İbrahim: "Bilakis, onların büyüğü bunu yaptı. Şayet konuşabilirlerse onlara sorun." [ENBİYA(21)/63] dedi. Sonra şöyle ilave etti: -Onlar, söyleyemeyecek olursa, o büyük puta sorun! Bu işi niçin yaptığını, söylesin! "Sonra başlarını çevirdiler. 'Sen gerçekten bilirsin ki bunlar konuşamazlar!'" [ENBİYA(21)/65] dediler. Hz. İbrahim, bu sözleri işitince, şöyle dedi: -Bu putlar, mademki konuşamaz bunu biliyorsunuz, o halde kimseye fayda ve zarar veremeyecek şeyleri niçin ilah ediniyorsunuz? O zaman putları kıranın Hz. İbrahim olduğu anlaşıldı. Nemrut: -Bunu cezalandırın, işkence edin! dedi. Bundan sonra da Hz. İbrahim, peygamberliğini açığa vurdu. Halkı Hakk'a çağırdı. Babilliler, Hz. İbrahim'e: -Atamızın, anamızın dinini bırakmamızı mı istiyorsun? dediler. O da: -Ana ve atalarınız da sizin gibi sapkınlık içindedirler. Çünkü öyle bir şeye tapıyorlar ki, onlara ne faydası ne de zararı vardır! Nitekim Allah (C.C.) şöyle buyurur: "Biz bu delillerimizi, kavmine karşı Hz. İbrahim'e verdik. Biz, dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Muhakkak senin Rabb'in, Hakim'dir, Alim'dir." [ENAM(6)/ 83]
Ve yine Allah (C.C.) şöyle buyurmuştur: "Onun kavmi, onunla mücadele etti. (Hz. İbrahim) dedi ki: 'Allah, beni doğru yola iletti. Siz, O'nun hakkında, benimle mücadele mi ediyorsunuz? Ben, O'na şirk koştuğunuz şeylerden korkmuyorum, ancak, Rabb'imin dilemesi müstesna. Benim Rabb'im, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır, düşünmüyor musunuz?'" [ENAM(6)/ 80]
Nemrut, Hz. İbrahim'e: -Senin İlah'ın ne yapıyor ki bende onu yapayım? dedi.
Nitekim Allah (C.C.) şöyle buyurur: "Allah'ın kendisine mülk verdiği o kimseyi görmedin mi? Ki o, Hz. İbrahim'le Rabb'i konusunda mücadele ediyordu. Hz. İbrahim dediği zaman, benim Rabb'im O ki, diriltir ve öldürür. (Nemrut) dedi ki: 'Ben de diriltir ve öldürürüm.'" [BAKARA(2)/258]
Nemrut, zindandan iki kişi getirtti. Birisini öldürttü: -İşte, dedi. Diriyi öldürdüm!
Sonra ötekisinin ellerini çözdürdü: -İşte, ölüyü de dirilttim! Çünkü elleri bağlı olan öldürülecek kimseydi. Şimdi onu bağışladım, salıverdim. Böylece ona hayat verdim! dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Nemrut'a tekrar şöyle hitap etti: "Hz. İbrahim dedi ki: 'Muhakkak benim Rabb'im, Güneş'i doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir.' (Bunun üzerine) o Hakk'ı örten şaşırdı. Muhakkak Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez." [BAKARA(2)/258]
Nemrut buna cevap veremedi, sustu. O cebbar Nemrut'un dili sanki tutuldu. Hz. İbrahim bundan sonra yine halkı İslam’a çağırdı. Fakat hiç kimse olumlu cevap vermedi. Çünkü Nemrut'tan korkuyorlardı. Nemrut: -Hz. İbrahim'i bir eve kapatınız! dedi.
Bir kapalı yere Hz. İbrahim'i kapattılar, bekçiler koydular. Elini, ayağını sağlamca bağladılar. Halktan insaflı, merhametli kimseler onun yanına görmeye gelirlerdi. O da onları, İslam’a davet ederdi.
Hz. İbrahim o hapishanede bu şekilde bir süre kaldı. Bir süre sonra babası Azer öldü. Nemrut'ta, Hz. İbrahim'e işkence etmeye ve öldürmeye niyetlendi. Bu nedenle de ateşe atmaya karar verdiler ve şöyle dediler: "Şayet yapacaksanız, onu(Hz. İbrahim'i) yakın! Ve ilahlarınıza yardım edin!" [ENBİYA(21)/68]
Sonra, Nemrut'un emrince yüksek bir yer yapıldı. Ateş yakılacak yeri çevirdiler. Nitekim Allah (cc) şöyle buyurur: “(Hz. İbrahim) için bir bina yapın da onu ateşe atın!' dediler." [SAFFAT(37)/97]
Ateşin çevre duvarı yapılıp tamamlanınca, Nemrut emretti. Ateş için odunlar taşındı. Oraya odun götürmek için odun yüklenen develer, odunların Hz. İbrahim'i yakmak için taşındığını bildiklerinden, sırtlarındaki yükü yere düşürürlerdi, götürmek istemezlerdi. Bundan ötürü Hz. İbrahim, onlara hayır duada bulunurdu. Ancak katır, hırsla ve gönülden odun taşıştı. Hz. İbrahim, katırlara lanet etti. Bu odunlar bir yıl boyu taşındı. Hz. İbrahim'in ateşe atılacağının bütün ülkede bilinmesi ve halkın orada hazır bulunması için iş uzatıldı. Beli bükülmüş ihtiyarlar, hastalar sürüne sürüne giderler, dağdan sırtlarında birer, ikişer odun getirirlerdi. Bizde bir hayırda bulunalım. İlahlarımıza yardım edelim. Onların düşmanını ateşte yakalım, derlerdi. Bu yolda bir yıl tamamlanınca, odunlar bir dağ gibi yığıldı. Sonra bu odunlar ateşe verildi. Öyle bir yanış yandı ki, alevleri gökyüzünü sardı. Daha sonra Hz. İbrahim'i zincirlerle bağlı olduğu halde, o ateşe atmaya getirdiler. Nemrut halkı onu görünce sevindiler. Hz. İbrahim'i sevenler ise gizli gizli ağlaşır, Allah'a yalvarırlardı. Hz. İbrahim'in ateşe atılmasına gelince, sıcaklığından ötürü kimse yanaşamadı. Ne kadar çalıştılarsa, onu ateşe atamadılar. Aciz kaldılar. Şeytan, Hz. İbrahim'in ateşe atılamadığını görünce, hemen, kendisini önemli bir kimse şekline soktu. Önemli bir insan havasında, Nemrut'un karşısına geçti.
Nemrut ona: -Sen kimsin, ne kişisin? diye sordu.
Şeytan: -İşittim ki, şu büyücü kimseyi ateşe atmak istemiş, atamamışsınız. Sana onu ateşe atmanın yolunu göstermeye geldim, dedi.
Nemrut: -Yöntemin nedir, söyle bakalım! dedi.
Şeytan: -O'nu mancınıklarla atın! diyerek Nemrut'a mancınığın yapılmasını öğretti.

Mancınık yapılınca, Nemrut emretti, Hz. İbrahim'i zincirlerle bağlı olarak getirdiler. Mancınığa koyup, atmak istediler. Lâkin mancınıkla da atamadılar. Tekrar aciz kalınca, yine Şeytan işe karıştı ve şöyle dedi: -Bir erkekle bir kız kardeş burada çiftleşmeli ki, bunu ateşe atabilesiniz! 
Nemrut onun dediği gibi biri kız, biri erkek iki kardeş buldurttu. Açıkta çiftleştirdi. Hz. İbrahim sonra mancınığın içine konuldu ve ateşe atıldı. Hz. İbrahim mancınıktan fırlatılınca, havada ateşe doğru ilerlemeye başladı.
Allah (C.C.), Cebrail'e emretti: - Yetiş! Hz. İbrahim havadayken tut!
Ona: "Ben Cebrail'im de! Benim yapabileceğim bir dileğin var mı? diye sor", dedi.
Cebrail hemen o anda Hz. İbrahim'e yetişti: -Ey Hz. İbrahim! dedi. Ben Cebrail'im! Allah'ın emriyle sana geldim. Benden ne dilersen dile!
Hz. İbrahim: -Benim dileğim, Allah'adır, sana değildir. Ben O'nun kölesiyim! Ateş de O'nundur! Nasıl dilerse öyle yapsın! dedi.
Hz. İbrahim, Allah'tan başka kimseden yardım dilemeyerek: -Ben sadece Allah'tan yardım isterim dediği için Allah (C.C.), ona, "Halilim"(dostum) dedi ve adı "Halilullah"(Allah'ın dostu) oldu.
Allah, o zaman ateşe şöyle emretti: "Biz söyledik: 'Ey ateş, Hz. İbrahim'in üzerine soğuk ve selâmet ol!" [ENBİYA(21)/69]
Ve Hz. İbrahim ateşin ortasına düşünce, ateş dört yana çekildi. Ateşin ortasında bir yer açıldı. Güzel bir pınar çıktı. Çevresi yeşillendi. O da geldi pınarın yanına oturdu. Ayağındaki zincir bağları çözüldü. Nemrut yüksek bir saray yaptırmıştı. O sarayın üstüne, ağaçtan yüksek bir sedir yapılmasını emretti. O yüksek yere çıkarak, ateşi görmek istedi.
Hem de şöyle dedi: -Hz. İbrahim'in ateş içindeki halini göreyim! Acaba yanıp kavruldu mu? 
Nemrut, ateşin içine baktı. Ateş ortasında, pınarı ve yeşilliği gördü. Hz. İbrahim de sağ olarak pınarın yanında oturuyordu. Nemrut bu hal karşısında şaşırdı kaldı.
-Ey İbrahim! diye bağırdı.
Hz. İbrahim'de: - Ey Allah'ın düşmanı! Ne diyorsun? diye cevap verdi.
Nemrut: -Bu ateşi senin için kim böyle yaptı? diye sordu.
O da: -Ateşi Yaratan! dedi.
Nemrut: -O Yaratan'ın hakkı için ateşin içinden dışarı çık. Seni göreyim! dedi.
Hz. İbrahim kalktı. Ateşin içinde yürüdü. Nereye ayak bastıysa, o yerdeki ateş sönüyor, orası çimenlik oluyordu. Bu suretle Hz. İbrahim, dışarı çıktı, durdu.

Nemrut: -Ey Hz. İbrahim! Sana ne söyleyeyim! Senin yüce bir Rabb'in varmış. Şimdi dileğim, senin Rabb'ine konukluk etmektir! dedi.
Hz. İbrahim: -Benim Rabb'imin konukluğa ihtiyacı yoktur, dedi.
Nemrut: -Ben onu konuklasam gerek! dedi. Bin at, bin deve, koyun, sığır ve kuşları; yani sultanları konuklamaya yarar şeyleri getirdiler. Hepsini, Hz. İbrahim'in Rabb'ine karşı kurban ettiler. Ancak Allah (C.C.) hiçbirisini kabul etmedi. Nemrut kurbanın kabul edilmediğini anlayınca, Hz. İbrahim karşısında mahcup oldu. Bu utançla, Hz. İbrahim'in yüzüne bakamadı. Üç gün sarayına kapandı. Nemrut, halkın kendisinden yüz çevirmesinden korktuğu için sabırsızlandı. Saraydan dışarı çıktı, hemen adamlarını dört bir yana mektuplar yazarak yolladı:
-Çabucak ordular gönderin! Tamamen silahlansınlar. Gök Tanrısı ile savaş etsem gerek! dedi.
Yüz bine yakın talimli asker Nemrut'un önünde toplandı. Sonra Melek, Nemrut'un yanına varıp: -Ey zavallı, senin gibi bir biçareye asker ne gerek! Yüce Allah, yarattığı en küçük bir kuluna emrederse, seni de, askerini de yok eder!" dedi. Yüzünü göğe yöneltti: Ya Rabb'i, Sen bu tağutun neler söylediğini bilirsin. Bunun helakini, sana havale ediyorum!" dedi.
Yüce Allah, yaratıklarının en zayıfı olan sivrisinek ordusuna emretti. Akın akın geldiler. Nemrut ordusundaki askerin yüzlerine, gözlerine üşüştüler. Sivrisineğin çokluğundan askerler birbirlerini görmezlerdi. Her adamı ve atını ısırdığında, acısı dayanılmaz olurdu. Bu acıyla hayvanlar şaha kalkar, canının acısından askerleri yerlere fırlatırdı. Böylece bu zalim ordu, perişan oldu. Nemrut, yapayalnız kaldı. Kaçıp, sarayına girdi. Kapıları sağlamca kapattı. O beladan kurtuldum sandı. Fakat Yüce Allah (C.C.), sineklerin en zayıfına emretti. Öyle ki bir gözü kör, bir ayağı topaldı. Baca deliğinden içeri girmiş, Nemrut'un dizi üstüne konmuştu. O, onu tutup öldürmek istedi. Sinek uçtu, yüzüne kondu. O da onu, yüzünden kovmak istedi. Sinek yine uçtu, onun burnunun içine girdi. Oradan beyninin içine kadar yürüdü. Azar azar beynini kemirmeğe başladı. Nemrut iki eliyle yüzüne, gözüne vuruyor, acısını bir parça dindirmek istiyordu. Sinek, ona o kadar işkence ediyordu ki, ne zaman başını sallasa, sineğin kemirişi diniyordu. O da o zaman rahat ediyordu. Eğer başına bir şeylerle vurmazlarsa, sineğin beynini yemesi yine devam ediyordu. O zaman Nemrut'un feryadı göklere çıkıyordu. Sonunda başına vuracak bir görevli gerekti. Tokmaklar hazırlandı. Nemrut'un yakınlarından, nöbetle onun başına vuracak kişiler görevlendirildi. Nemrut, hafif vurandan darılır, kuvvetli vurandan memnun olurdu. İşte kendisini "tanrılaştıran" ve kendi çağının en büyük krallığının başındaki zalimin akıbeti!



Materyalist

O kadar materyalist bir düzenin içerisinde kaldık ki. Ağır geliyor. Söz konusu para ve paranın alabilecekleri olunca kimsenin gözü başka bir...