6 Aralık 2018 Perşembe

DOKSAN DOKUZ ADAMI ÖLDÜREN BİR KATİLİN TÖVBESİ


Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib: 'Hayır yoktur!' dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı."

"Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: 'Evet, vardır, seninle tövben arasına kim perde olabilir?' dedi. Ve ilâve etti: 'Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah'a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah'a ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer.'"

"Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: 'Bu adam tövbekâr olarak geldi. Kalben Allah'a yönelmişti.' dediler. Azab  melekleri de: 'Bu adam hiçbir hayır işlemedi.' dediler."
Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara: 'Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin.' dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar."

Bir rivayette şu ziyade var: "Bir miktar yol gidince, ölüm gelip çattı. Adamcağız yönünü sâlih köye doğru çevirdi. Böylece o köy ehlinden sayıldı."

[Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tövbe 46, (2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621).]



24 Kasım 2018 Cumartesi

En Büyük Hata

Biz ne batılıyız ne de batılı olabiliriz.

Bizim kendimize özgü hayatımız, kendimize özgü bir yaşamımız var. Bunu değiştirmek ne kısacık senlere ne de üç beş kişinin elindeki imkanlara sığar.

Yıllardır öyle yoğun bir çalışma var ki belli kalıplara bizi sokmaya çalışan, her şeye bir kanun, bir yasa, bir yönetmelik... Yazdıkça yazıyorlar, çizdikçe hudut çiziyorlar. Ama bu bizim kültürümüzde, yaşam biçimimizde yok. Olmayacakta... Olması da gerekmiyor bence.

Ne kadar çok kanun olursa olsun biz daima bir açık aramakla meşgul olacağız. Batılılar gibi değiliz, olmamız da gerekmiyor. Neden olalım ki? Onlar kanunlar yazıp, bu kanunlar çerçevesinde yaşamaya çalışıyor. Ama bizde öyle değil. Bizim yerleşmiş bir kültürümüz var, adetlerimiz, örfümüz, geleneklerimiz var. Bence olması gereken de budur.

Kanunlara uyamayız... En basitinden, birinin arabasının önünü kesip para vermeden geçemezsin deseniz bu gasp olur kanunlara göre ama her düğünde bu çok sevilen hatta beklenen, olmazsa olmaz, düğün hazırlıklarında "zarflar hazır mı?" sorusunun sorulduğu bir geleneğimizdir. Kanunlardan başka kimse de bunu kötü karşılamaz.

Hal böyle iken sürekli her şeyi kanunlara bağlamaya çalışmak çok ama çok anlamsız ve vakit kaybından başka bir şey değildir.

Ama maalesef öyle arada kaldık ki... Ne kanunlara uyabildik ne de geleneklerimize, adetlerimize bağlı kalabildik. Hangisi işimize gelirse o yöne doğru sarhoş edasıyla yürüyüp gittik, gidiyoruz.

Kanun yazmak yerine, eğitim ve öğretim verdiğini düşünen okullarımız adetlerimizi, geleneklerimizi anlatsa çok daha iyi olmaz mıydı?

Biz sadece batılı olma derdine düşüp kanun yazma derdine düştük. Kanun mu lazım size, çok şükür müslümanız, bütün gereken kanunlar belli.

Her yazılan kanun da hata üstüne hata yapıyoruz. %100 olarak her şeyi, her ihtimali, her olasılığı düşünüp yazamazsınız.

Ama insanlara hayatın genel kurallarını, adetlerimizi, geleneklerimizi anlatabilirsiniz.

Yere çöp atmanın cezasını kanunda yazmak yerine, çöpün çöp kutusuna atılması gerektiğini (çöp yere atılmazı değil) öğretebilirsiniz.

Yaya geçidinde yayaya öncelik vermeyen kişiye kanunla ceza yazacağına, yayaların önceliğini insanlara anlatabilirsiniz. Yayaya da yaya geçidinin kullanmaları gerektiğini anlatabilirsiniz.

Bunları anlatmak, sosyal medyada bir vidyo ile yada iki broşürle değil, bebeklikten başlayarak anlatılarak hayatlarının bir parçası haline getirmeli.

Hatta bu kadar çok şeyi anlatmak yerine kısa ve öz olarak, başkalarının hakkına tecavüz etmeyip imkanın oldukça kendi hakkından başkalarına vermeyi öğretebilirsek ne kanuna gerek kalır nede başka bir şeye.

Ama maalesef şunu diyecek duruma geldik: "kanunda hak benim", "kanunda cezası yok", kanun benim lehime", "burada kamera yok, gören kimse yok", "benim çevrem geniş bana bir şey yapamazlar" vs. vs.

Keşke bu kadara kanun yerine "... bir kişi hayırdan kendisi için istediğini, Müslüman kardeşi için de istemedikçe mükemmel bir şekilde îman etmiş olmaz" ilkesini hayatlarımıza katabilseydik.

Kapımın önünde çöp görmek istemiyorum, komşumun kapısının önüne çöp atmayayım.
Yaya yolundan ben geçseydim beklerken çok üşürdüm, yayaya yol vereyim.
Sırada biri benim önüme geçseydi çok sinirlenirdim, kimsenin önüne geçmeyeyim.
Lokantada biri yemek servis ederken kibar davranmasa canım sıkılırdı, kibar davranayım.
Biri benim işimi geciktirseydi hayatımı heba etmiş olurdu, kimsenin işini geciktirmeyeyim.
Biri benim hakkımı yeseydi, elimden bir şey gelmeseydi, çok üzülürdüm, kimsenin hakkını yemeyeyim.

İnsanlar arasındaki ikili ilişkileri tek bir cümle ile düzenleme varken kimsenin okumadığı, okumaya çalışanların anlamadığı binlerce cümle yazmanın ne anlamı var ki.

Peki hiç mi kanun olmaması gerekiyor?

Aslını sorarsanız, bütün kanunlar zaten mevcut ama biz batılı olma sevdasına, ne kendi inandığımız kitabımıza uyuyoruz ne de kendi örflerimize, adetlerimize, aklımıza güveniyoruz. Batılı sevdasına yaşayıp gidiyoruz.

İllaki bir kanun olacaksa, çok açık metinler ve olabildiğince sade yani bu kanunlarla yönetilen herkesin ömrünün tamamını harcayıp okuyamayacağı kadar uzun, önündeki cümleyi bir kez okuduğunda anlayabileceği kadar açık olmalı.

Bizim tabi olduğumuz binlerce sayfa kanun var, bunları okuyan, okuduğunda anlayabilen kaç kişi var acaba?

İşte en büyük hatamız, bize bol bol kanun değil, bu kanunlardan çok daha üstün, çok daha akıllıca olan kendimize ait bir yatımızın olduğunu unuttuk...

31 Temmuz 2018 Salı

Yeni Hayat

Uzun zamandır bir şeyler yazdığımız yok ama yazmak istediğimiz çok. O kadar çok olay oldu ki, ne yetişmek mümkün ne de dahil olmak.

Kafamızdaki bir kaç şeyi karalasak fena da olmaz sanırım. Uzun zamandır çok yoruluyoruz, hem iş olarak bizler hem de ülke olarak. Ekonomik olarak piyasalar kötü durumda. İyiye gitmesini umuyoruz ama bir aydan fazla süre oldu seçimden sonra henüz iyiye gitmeyi boş verin durağan hale bile geçmedi. Şimdi hükümet daha yeni kuruldu gibi laflar çıkar arada ama bu yöneticiler değil miydi 2002 yılından beri ülkeyi yönetenler. Elimizden gelen sadece sabretmek. Sabredip bekliyoruz ama bu hayat böyle devam etmez. Ne olacaksa bir an önce olması lazım. İyi de olacaksa olmalı, kötü de olacaksa olmalı.

Gerçi AK Parti için bu dönem her şeyi belirleyecek. Şu durumda bir gün bile büyük zaman kaybı. Bu dönemde AK Parti'nin ya sonu gelecek yada daha kuvvetli bir şekilde ilerleyecek. Sayın Başkanımızın dediği gibi artık sunulacak hiç bir mazeret kalmadı, kalmamalı da.

İlk başta halktan oy istediler, başlangıçta basitti, halk oyunu verdi. Daha sonra tekrar destek istediler, halk yine desteğini verdi. İstihdam dediler, yatırım dediler, paralar bankaya dediler, halk onuda yaptı. Mal canın yongasıydı ama onu da yaptılar. En sonunda biz anlamadık dediler, şimdi sıra canınızda, onuda verin dediler, kimse tereddüt etmeden onuda verdi, veremeyenler de vermeye niyetlendi. Geride ne kaldı ki. Halktan her ne istediyseler halk hep tamam dedi ama sonuç? 31.07.2018 geldi ama herkesin kafasında bir soru işareti var. Acaba bu soru işaretleri kendi kafalarında da var mı?

Hep kendimizi mi avutuyoruz? Körü körüne mi bağlanıyoruz? Sevgiden mi gözümüz kör, umuttan mı kulağımız sağır, inançtan mı dilimiz lal olmuş? Ben cevabını bulamıyorum ama şunları biliyorum,

- Bulunduğum çevrede belediyecilik diye bir kavram yok, belediyeler halktan nasıl daha fazla para alırız da memur maaşlarını ödeyebiliriz derdinde. Ve bunu kanunları çiğneyerek yapıyorlar. İstersen mahkemeye git sürün, biz işinizi yapmayız diyorlar.

- Kamu kurumlarında çözüm üretilmiyor, hep sorun aramanın derdinde devlet memurları. Maaş günü ne zaman gelecek derdine düşmüşler. Her defasında dile getirdiğim, asgari ücretle çalışan bir kişi günde on saat üzerinde çalışıp vergisini devletimizin insafsız vergi sistemiyle ödeyecek, bu vergi ile maaşını alan memur, ki bu memurun maaşı için en az on-onbeş asgari ücretli çalışacak, karşısına bu kişi geldiğinde oflayıp-puflamayı bırakın, kovmaktan beter edecek. Böyle bir sistem olur mu?

- Devlet kanunları koyarken hep kendini haklı gösterecek, hep hak devletin olacak. Vatandaş hep haksız olacak.

- Bol bol kanunumuz var, kaç kişi vardırdı acaba hakkında yazılmış bu kanunların %1'ini biliyordur?  Hayat her şeyiyle kanunlarla yönetilir mi? Bir kanun nasıl olur da ülkenin her yerine, her insanına aynı uygulanır? Bizim kültürümüz, örfümüz, adetlerimiz var. Nasıl olur da bütün bu güzelliklerimizi bırakıp batının kendilerine dizgin vurmak için uyguladığı sisteme döndük. Onların dayatmalarına boyun eğdik. Bizim bir medeniyetimiz var. Kanun mu lazım size, hakim mi lazım, çok uğraşmaya onlarca, yüzlerce, binlerce hukuk kitabı okumaya gerek yok, gidin Anadolu'nun bir köyüne, bir yaşlı teyze bulun, bir yaşlı dayı bulun, almış olduğu o kültürle size kanun desin, adalet getirsin atasından öğrendiği. Her şeyi kağıda döküp yazamazsınız, her yazılanı okuyamazsınız ama hayatı yaşıyorsunuz. Adetlerimiz, örfümüz bize öyle kötü anlatıldı ki, kimse de dönüp hiç mi iyi bir şey yoktu demedi.

İnsan düşündükçe üzülüyor, üzüldükçe de susmak istiyor.

Çok çalışmamız gerekiyor ama bu sistemde karşılığı olmadığı için, soğuyor insan. En azından kendi adıma, ortalama (pazar dahil) hesap yaparsak günlük 12-13 saat çalışıyorum, hemde aralıksız, nefes almadan desem yeridir ama sonuca baktığımızda, geriye dönüp baktığımızda kendimize hiç bir faydası yok. Hem maddi olarak, hem manevi olarak. Maddi olarak devletimiz sağ olsun, kazancımızın %50'den fazlasını çeşitli isimler altında bizden alıyor, belkide daha fazlasını. Zamanımızın %10'unu sevgili devlet memurlarımız kendi keyfleri için heba ediyor. Hem zamanımızın hemde kazancımızın büyük bir kısmını da kendi bir kuruşluk menfaatini başkasının yüz kuruşluk menfaatini üstün görenler gasp ediyor. Sonuçta huzursuz, mutsuz bir kitle oluşuyor.

Birileri çok abartıyorsun diyecektir ama, aylık kazandığı üç kuruşla bağkurunu, devletin bitmek bilmeyen vergilerini ödemeyi hesaplayan, eve nasıl biraz daha geç giderim de evdekiler uyur da ekmek sormazlar diye düşünenlere sormak lazım abartı mı değil mi?

Yoksa memurun maaşı yatıyor, bankamatik sağ olsun. Bir şekilde yolunu bulmuş olanlar çarkını rahatça döndürüyor. Bunlar hep çarkı dönenler. Kendi çarkını döndürmek isteyenler ne yapsın. Devlet çok teşvik veriyor haberin yok demeyin. Haberimiz var da hangi şartlarda kime veriyor? Ve sormak lazım verdiği bu teşviklerde kimden alıp kime veriyor? Neden bir vatandaş çıkıp kafasındaki hayali kolayca yapamıyor, neden fikri hayata geçirmek bu kadar zor, bu kadar pahalı? Bu pahalılıkta aslan payını kim alıyor?

Hep sorular var ama cevaplar uzak.

Bizde hala beklemedeyiz. Yeni bir hayat bekliyoruz. Sabredip bekliyoruz. Bu düzen böyle gitmez.

Üniversitelerin yapısı değişmeli. Üniversiteler okul değil ki öğrenci sayısı ile değerli olsunlar, bilim merkezlerine dönüştürülmeli, sanayi ile, hayat ile iç içe olmalı. Kendi duvarları içerisinde bir dünya olmamalı. Sormak lazım ne üretir bu kadar akademik personel. Ne teknolojiye, ne hayata katkıları oluyor. Yetişen insan gücü ne kadar değerli?

Milli eğitim ne berbat durumda, herkes okuyacak diye hiç kimse okuyamaz hale geldi. Milli eğitim devlete kambur oldu. Binlerce bina, yüz binlerce personel. Kontrol zayıf, belki de yok. Kalite yok.

Şehircilik adına yapılan bir şey yok, bu gün yap, yarın boz, sonra tekrar yap tekrar boz. Plan yok, proje yok.

Saymakla bitmeyecek kadar vahim. Herkes kendi makam odasına geçtiğinde kral benim diyor, ama farkında değil ki halkı olmayan kral ne işe yarar.

Bekliyoruz. Sabrediyoruz.

Sonuç mu?

Sonuç yok. Kim ne kadar fırsatını buluyorsa kendine o kadar pay koparıyor.

Düzelir mi?

Bizimkisi sadece bir umut, olmayacak duaya da amin demeye gerek yok.

Aklımızın kestiği kadar, kalbimizin inandığı doğrultuda, doğru bildiğimizi yapıyoruz. Ve bekliyoruz...

Susup bekliyoruz...

Materyalist

O kadar materyalist bir düzenin içerisinde kaldık ki. Ağır geliyor. Söz konusu para ve paranın alabilecekleri olunca kimsenin gözü başka bir...